Sayfalar

31 Aralık 2015 Perşembe

Yeni yıl iyilikler getirsin... Güngör Uras


Bu akşam yeni bir yıla giriyoruz. Dünyada her dinden, her ırktan milyonlarca insan yeni yılı kutlayacak.
31 Aralık akşamı yeni yıl kutlamalarının, 1 Ocak’ta yeni bir yılın başlamasının Hıristiyanlıkla ilişkisi yoktur. Milattan önce 45 yılına uzanan bir hikâyesi vardır. 
Eski Roma’da günlerin sayılmasında kargaşa yaşanırdı. Jül Sezar, milattan önce 45 yılında “Jülyen Takvimi’ni uygulamaya koydurdu. Ve de yeni yılın başlangıcını 1 Ocak olarak belirledi.
Papa Gregoryus tarafından 1582 yılında düzenlenen “Gregoryen Takvimi”nde ise eski yıl 24 Mart gecesi bitiyor, yeni yıl 25 Mart günü başlıyordu. 

İsa ile ilgisi yok...
Gregoryen takviminde 1752 yılında düzeltme yapıldı. Yeni yıl 1 Ocak günü başlatılır oldu. 
1 Ocak, İsa’nın doğum günü değildir. Yeni yıl kutlamalarının dini yanı yoktur.
1 Ocak Gregoryen (miladi) takvimi benimseyen her ırktan, dilden, dinden insanların yılbaşıdır.
Osmanlı devletinde Rumi takvim 1678 yılından itibaren resmi işlerde kullanıldı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında da Rumi takvim geçerliydi. 1925 yılında miladi takvime geçildi.
Halife Ömer zamanında, hicretin 17’nci yılında yürürlüğe konulan hicri takvim Müslüman ülkelerde benimsenen bir takvimdir. 

Hicri yılbaşı 1 Muharrem
Hicri takvim, Hazreti Muhammed’in ölümünden sonra günlerin hesaplanmasında ortaya çıkan kargaşayı önlemek amacıyla düzenlendi.
Bu takvimde Hazreti Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göç yılı olan 622 yılı, takvimin başlangıç yılı kabul edildi.
Miladi ve Rumi takvimlerdeki gibi, yıl on iki aya bölündü.
On iki aya muharrem, cemaziyülevvel, cemaziyülahir, sefer, rebiyülevvel, rebiyülahir, recep, şaban, ramazan, şevval, zilkade, zilhicce isimleri verildi. 
Hicretin muharrem ayında gerçekleştiği kabul edilerek, bu ay yılın ilk ayı olarak belirlendi. Hicri aylar 29 veya 30 gün sürer. Bu nedenle miladi ve hicri aylar arasında on günlük fark ortaya çıkar.
Yeni yılınız kutlu olsun sayın okuyucularım.


Sevgiyle kalın....

30 Aralık 2015 Çarşamba

Kadın Giderse



Sevgiyle kalın..

Vücudun döngüsü, gece gündüz, mevsimler paralel mi?

Prof. Dr. Aziz Sancar’ın Nobel aldığı çalışması hayata geçirilmeye başlandı.


Medicana Hastaneler Grubu Onkoloji Koordinatörü Doç. Dr. Mutlu Demiray, “Sabahın ilk ışıklarıyla doğa uyanıyor ve güneşin batışıyla uykuya dalmaya başlıyorsa benzer bir döngü hücrelerimizde de mevcut” dedi. Demiray, DNA onarım mekanizmasının gün ışımasıyla artmaya başladığını, özellikle öğleden sonraki saatlerde en üst seviyeye çıktığını bildirdi.
Gece saatlerinde en alt seviyede
Bu mekanizmanın gece saatlerinde ise en alt seviyelere gerilediğine işaret eden Demiray, şunları kaydetti:
“Bu, Nobel Ödülü’nü geçtiğimiz hafta alan Prof. Dr. Aziz Sancar’ın keşfi. Onun bu keşfinden bazı hastalıkların tedavisinde de faydalanılıyor. En çok da kanser tedavisinde. Kemoterapi saatlerinin DNA onarım saatlerine göre ayarlanması durumunda daha başarılı sonuçlar elde etmek mümkün. Yapılan çalışmalar daha etkin ve başarılı sonuçlar alınabileceğini gösteriyor. Bu tedavi yöntemine ‘kronomodüle tedavi’ deniyor. Yani hücrelerin ritmine göre kanser tedavisi. Ancak hastalara saat 02.00-04.00’te kemoterapi verilmesi gibi zorlukları da beraberinde getirmektedir. Biz bu tedavileri yapmakta ve başarılı sonuçlar almaktayız.”

Sevgiyle kalın...

Hayatın Özeti - Can Yücel


Hayatı ne güzel özetlemiş değil mi?

Sevgiyle kalın...

28 Aralık 2015 Pazartesi

Türkiye'nin dış politikası hk Taha Akyol, Eğrisi Doğrusu


Slm,

bu Cuma  CNN TÜRK'te, Taha AKYOL'un sunduğu Eğrişi Doğrusu programını izlemediyseniz mutlaka zaman ayırın. 

Konu, Türkiye dış politikası, konukları  Emekli Büyükelçi, USAK Başkanı Özdem Sanberk ve Kadir Has Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Aydın. 

http://tv.cnnturk.com/egrisidogrusu

sevgiyle kalın

17 Aralık 2015 Perşembe

Mevlana ve Hümanizm - İsmail ÖZCAN


17 Aralık 2015, Hazreti Mevlâna’nın bu dünyadan ayrılışının, Mevlevîlerin özgün deyişiyle Hakka yürüyüşünün 742. yılı. Bu yürüyüşe yine Mevlevîlikte Allah’a kavuşma anlamında “vuslat” ya da daha yaygın olarak “Şeb-i Arûs” da deniyor. ………Mevlâna’nın insana ve dünyaya ait bitmez tükenmez pozitif düşünceleri ve felsefesi üzerine görüşler sergilenecek. 
Yaşadığı yüzyılı ve sonraki yüzyılları Mevlâna kadar derinden etkilemiş, Müslim-gayrimüslim milyonlarca gönüle hükmetmiş, bütün dünyada sevgi ve hayranlık uyandırmış bir başka maneviyat önderi daha gösterilemez. Mevlâna, tasavvuf terminolojisinde “insan-ı kâmil” diye ifade edilen olgun, pişkin, mükemmel insanın somut modelidir. Bu modelin ayırt edici özelliği, başta insan bütün yaratıkları kapsayan engin bir sevgi, saygı ve hoşgörüdür. Bütün kusurların kendisinde eridiği sınırsız bir bağışlayıcılıktır. 

İnsanın değeri
Biz bu yazıda Mevlâna felsefesinin ruhu olan insan sevgisi ile Batı’nın hümanizm felsefesini karşılaştırmak istiyoruz. 
Mevlâna’nın düşünce dünyasının ekseni insan sevgisi ve saygısıdır. Ayrım yapmadan, yani fakirdir zengindir, cahildir âlimdir, köylüdür şehirlidir, hamdır olgundur… demeden bütün insanları salt insan olduğu için sevmek, saymak ve üstün tutmak Mevlâna düşüncesinin ruhudur. İnsana bu yaklaşım, insanı merkeze alan, onu  şeyin ölçüsü olarak kabul eden Batı’daki hümanist felsefenin yaklaşımından farklıdır. Hümanizmde insanın değerinin kaynağı yine insandır. İnsanın değerinin kendi dışında bir referansı yoktur. İnsan, düşünce ve eylem alanındaki girişim ve etkinlikleriyle bu değerini yüceltir veya köreltir. Mevlâna’ya göre ise insanın değeri ve yüceliği, Tanrı onu “varlıkların en onurlusu” (eşref-i mahlûkat) olarak yaratmasından kaynaklanır. Bu yüzden hiçbir bilgisi, görgüsü, marifeti, liyakati, statüsü olmayan sıradan bir kimse bile sırf insan olduğu için değerli ve yücedir.
Arthur Koestler’inİnsan, bir matematik denkleminde sıfırdan sonsuza kadar bütün değerleri temsil eder” sözü, insana hümanist yaklaşımın bir ifadesidir. Bu, insanın değeri durum ve koşullara göre sıfır ve sonsuz arasında gidip gelebilir demektir ve dolayısıyla izafi (görece)’dir. Mevlâna düşüncesinde insanın değeri mutlak ve objektiftir. Dağ başındaki bir çoban, tarladaki bir ırgat, büyük şehirlerin varoşlarında yaşam savaşı veren bir lümpen bile sırf insan olması, Yaratıcı Kudretin en seçkin en özenli eseri olması dolayısıyla üst düzeyde değerlidir. Bu anlayışta, bir padişahın gururuyla bir çobanın gururu eşittir. İnsanların derilerinin rengi ve toplumsal statüleri farklı farklı da olsa gözyaşlarının rengi hep aynıdır.   

Hoşgörülü olmak
Mevlâna, insanlarla ilişkilerinde sözünü ettiğimiz bakış açısı sayesinde ince ayarları bulmuş ender simalardan biridir. Kendisini seven; ama sarhoş olduğu için yanına yaklaşmaya cesaret edemeyen bir adama, “Korkma, sokul bana, her günah içki gibi sarhoşluk verseydi hiç kimseyi ayık göremezdik!” demesi, onda var olan herkesi olduğu gibi kabul edebilme enginliğinin bir sonucudur. İslam’ın “eşref-i mahlûkat” olarak kabul ve ilan ettiği insanı var olan kusur ve meziyetleriyle kucaklayabilme, bağrına basabilme olgunluğu sadece bu büyük insanlara has bir imtiyazdır. 
Sıradan insanlar, kendileriyle aynı dini, aynı aidiyeti paylaşan kişilerin eksik ve kusurlarını dahi hoş görememişler, onlarla aralarında duvarlar örmüşlerdir. Mevlâna, “Kusursuz dost arayan dostsuz kalır.” diyerek insanî kusurları, yanlışları hoş görmeyi, affetmeyi bilmeyenlerin kendilerini yalnızlığa mahkûm edeceklerini belirtmiştir. Kendisi ise, hangi din ve inançtan olursa olsun, hangi eksik ve kusurları  sinesinde barındırırsa barındırsın herkese kucak açabilmiş; bütün insanlara sevgiyle, bütün inançlara anlayış ve hoşgörüyle yaklaşabilecek açılımları sergileyebilmiştir. Cömert gönlünde herkese yetecek sevgiyi yeşertebilmiştir . 

Sevgi zorluğu aşar
Mevlâna, sevginin evrensel mesajlarını terennüm etmiştir. Yöneldiği her istikamette pusulası sevgi olmuştur. O gürül gürül akan bir sevgi çağlayanıdır. Ona göre sevginin, üstesinden gelemeyeceği zorluk yoktur. Sevgi, en dinamik, en diriltici güçtür. “Sevgiden ölüler dirilir; padişahlar kul olur; bakırlar altın kesilir; bulanık, tortulu sular arı duru hâle gelir.” sözleri onun sevginin gücüne olan inancının ifadesidir. 
……..
Mevlâna’nın cenazesi çok kalabalık olmuş, bütün Konya halkı bu cenazede bir araya gelmişti. Müslümanlarla birlikte gayrimüslim din adamları ve halk da bu kalabalığa dâhildi. Bazı sofu Müslümanlar, “Bu bizim cenazemiz, gayrimüslimlerin bu cenazede ne işi var?” diye hoşnutsuzluk belirtmişti. Bunun üzerine bir papaz ortaya çıktı ve şöyle dedi: “Mevlâna bir güneştir. Güneşe herkesin ihtiyacı vardır. Siz nasıl olur da bizi güneşten mahrum edersiniz?”   

Bir haham, “Mevlâna ekmek gibidir. Siz hiç ekmekten kaçan aç gördünüz mü?” dedi. Böylece Mevlâna’nın cenazesi herkesin sahiplendiği, uğurlama yarışına girdiği bir cenaze hâline geldi.

http://www.milliyet.com.tr/mevlana-ve-humanizm/gundem/ydetay/2164922/default.htm

Sevgiyle kalın..

"IŞİD nereden çıktı" için bir cevap - Fatih Çekirge

Slm,





http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/fatih-cekirge_174/isid-nereden-cikti-icin-bir-cevap_40025556

Sevgiyle kalın..

Türkiye'de iklim mi?

Slm,

Belki de müslüman ülkelerde iklim olmalıydı.
Ya da Türkiye tarihinin genel iklimi.
Ya da Amerikalı bir deniz tarihçisinin tabiri ile "Ortadoğu" da iklim.

Mevsim ne olursa olsun, kan kokusunu ile yaşıyoruz,
ne kadar da sıradan,
ne kadar da normalmiş gibi,
rutine girdi, rutin konuşulur oldu, garipsemiyoruz,
Türkiye için hayatın "normal" bir gerçeği,
Ecelinle ölmek kadar rutin...
"Rutin" e girmek....


Sevgiyle kalın.

16 Aralık 2015 Çarşamba

4 UÇAK = 60 FABRİKA - Güngör URAS


Amerikan Boeing firması tarafından üretilen, dördüncü ve son “Awacs” Havadan Erken İhbar ve Kontrol Uçağı (bizim hoşumuza   gitmesi için adına Türkçe “Barış Kartalı” diyorlar) geçen haftaKonya Hava Üssü’nde Türk Hava Kuvvetleri’ne teslim edildi.
..................
Kayseri’de 40 fabrika
Uçaklar için 1.5 milyar dolarlık anlaşmanın imzalandığı günlerde Kayseri Ticaret Odası Başkanı ile konuşmuştum. O da bana, “Kayseri organize sanayi bölgesinde büyük ölçekli 40 fabrika var. Ortalama 25 milyon dolar harcama ile ortaya çıkan bu tesislerde 30 bin işçi çalışıyor. Yılda 4 milyon dolar değerinde üretim yapılıyor. 500 bin dolarlık ihracat gerçekleştiriliyor” demiş. 
Ben de bu köşede 30 Nisan 2003 tarihinde yayımlanan yazımda, “1.5 milyar dolara 4 Awacs mı, 1 milyar dolara 40 fabrika mı?” diye sual eylemiştim. 
Sonra üzüldüm. Güçlü, çağdaş bir ordu hepimizin özlemi. Güçlü, çağdaş bir ordunun ihtiyaçlarını tabii ki biz “siviller” bilemeyiz. Belki de Awacs’ları ekonominin önüne geçiren nedenler vardır.
Vardır da... Acaba daha önce teslim edilen 3 Awacs ne yapıyor? Havada mı dolaşıyor? Yerde mi konaklıyor?
Awacs’lar ne yapıyor?
Bu uçakların özelliğini anlatanlar bize dediler ki, bu uçaklar 24 saat havada kalacak. Benzin almak için yere bile inmeyecek. Benzin ikmalini başka uçaklar yapacak. Bu uçaklar hudutlardan kuş uçurtmayacak. Havada uçan kuştan bile Ankara’nın haberi olacak. Hele hele huduttan giren kaçakçı bile ekrana yansıyacak.
Uçakların, sadece havada değil, karada ve denizde de tüm hareketleri izleyeceği, dostu düşmanı ayırt edeceği söylendi.
Bugüne kadar teslim alınan 3 Awacs, sınır ihlali yapan yabancı uçakları henüz izleyemiyor ki, sınıra yakın uçan uçakların dost mu düşman mı olduğu, hangi ülkenin uçağı olduğu bu uçaklarla rağmen belirlenemiyor ki, başımız Rusya ile derde girdi.
Çok riskli bir bölgede, sıcak çatışmaların ortasında yaşıyoruz. Güçlü bir ordu bizim güvencemiz. Ülke savunması gündeme geldiğinde para önemini yitirir.
Önemli olan savunmanın gereği olan silahların teminidir. Ordunun gücü, iyi eğitilmiş insan gücü kadar çağdaş silahlara sahip olmasına bağlı. Önemli olan doğru silahları doğru zamanda, iyi fiyatla satın almaktır. 
Awacs’ların teslimatı 13 yılda tamamlandı. Bu arada teknoloji değişti. Yeni tip uçakların üretimi başladı. Teslim alınan  Awacs’lar ordumuzun işine yarıyor mu? Faturasını paylaşan halkımıza bilgi verilirse, halkın da morali yükselir.
Bugünlerde morale ihtiyacımız var.

Yazının tamamı:

Sevgiyle kalın..

9 Aralık 2015 Çarşamba

Bab-ı Esrar - Ahmet ÜMİT


Slm,

Şems Tebrizi'yi hiç böyle okumamış olabilirsiniz.
Hep iyi bildik, okuduk, hatta Şems Tebrizi'nın 40 kuralını da bilirsiniz; mutluluktan, güzellikten, hoşgörüden vb yana...
Ama burada başka bi Şems Tebrizi bulacaksınız.










Sevgiyle kalın..

“A’bicim, bize bi’ şey olmaz!” - Göngör URAS

Hani derler ya, “Gökten felaket yağsa bize bir şey olmaz!” İşte o durumdayız.
Şöyle etrafımıza bakalım da “halimize şükredelim”.
Bizim karşılaştığımız sorunların yüzde biriyle karşılaşan ülkeler “kıvranıp dururlarken” bize “kurşun işlemiyor”.
-Dört bir yanımız sorunlarla çevrilmiş durumda. Irak ve Suriye fokur fokur kaynıyor. İran ile ilişkiler limoni. Mısır ile, İsrail ile ilişkiler kesildi. Biz ne kadar sempati göstersek, Araplar biz karşı soğuk. Rusya ile arayı bozduk.
-Aşağıda, Kıbrıs Rum Yönetimi ile derdimiz var.
-Her nedense bir süredir ABD ve AB ülkeleri liderleri bize “yüz vermez oldular”.
-İçeride uzun süredir devam eden terör, canlandı. Belli illerde sokak çatışmaları sürüyor. İnsanlar ölüyor. Çatışmaların sürdüğü yerleşim yerlerinde ekonomi durdu.
-Her gün bir veya birden fazla şehidimizi törenle uğurluyoruz.
-Bizim iç terör yetmezmiş gibi bir de IŞİD terörüyle boğuşmaya başladık.
-2 milyon Suriyeli sığınmacıyı yediriyor, içiriyor, barındırıyoruz. AB ülkeleri 200-300 bin sığınmacıdan korkarlarken, ağlaşırlarken, biz sesimizi çıkarmadan 7 milyar dolar harcamayı yapıyoruz.
-Bir yılda 2 genel seçim yaptık. Seçim yorgunu olduk.
Yavaşlama var ama...
-Ekonomide büyüme yavaşladı. Doğu Anadolu’daki terör, sınır ticaretinin durması, Anadolu ekonomisini olumsuz etkiliyor. Şu veya bu nedenle ihracatı artıramıyoruz.
-Yabancıların Türkiye’ye hisse senedi, devlet bonosu satın almak için ve mevduat olarak getirdikleri döviz stoku 11 ayda 37 milyar dolar azaldı. 11 ayda 37 milyar dolar sıcak para ülkeyi terk etti.
-Dolar fiyatı 2.80 TL ile 2.90 TL arasında gidip geliyor. Dolar fiyatının artış beklentisi nedeniyle dolara ilgi arttı. Bankalardaki döviz mevduatına bağlanan para TL mevduata yaklaşmış durumda.
-Tüketici birikimlerini enflasyona karşı korumak için konut satın alıyor. Taşıt aracı satın alıyor.
-Sanayici, parasını yatırım ve üretime bağlayacak yerde, inşaat yapıyor.
-Enflasyon beklentisi yüzde 9’larda dolanıyor.
Dert çok ama...
Bunların her biri bir ülkeyi tek başına sarsacak, ülkede yaşayanların hayatını altüst edecek dertler, sorunlar.
Allah’a şükür ki bütün bu dertlere, sorunlara rağmen, Türkiye’de “hayat devam ediyor”.
Halkımızın morali “birazcık bozulsa da” insanlar işinde, gücünde... Kişisel ve ailevi sorunu olan,fakir, yoksul var ama... Öyle aç olduğu için açıkta kaldığı için ölen yok.
-Döviz pahalı ama bulunuyor. Borçlanıyoruz ama borcumuzu aksatmadan ödüyoruz.
-Ekonomide sıkıntı var, bazı firmalar işlerini yürütemiyor ama öğle ekonomiyi sarsacak büyüklükte iflaslar, batmalar yok.
-İşsizlik var, genç işsizlik oranı yüksek, kendi işsizlerimize şimdi de Suriyeli işsizler eklendi ama ekonomi gene de yeni istihdam imkânları yaratabiliyor.
-Tarımda, sanayide üretim sorunları var ama tarım ve sanayi üretimi devam ediyor. Hatta ufak da olsa üretim artıyor.
-Dolar fiyatındaki artış sonucu dolar olarak kişi başı milli gelir 10 bin dolardan 8.500 dolara geriliyor ama bu fakirleşme işareti değil. Sabit fiyatla milli gelir bu yıl yüzde 3.5 dolayında artacak.
Hayat devam ediyor
-Büyümemiz yavaşladı. Bu yıl yüzde 3.5 kadar büyüyebileceğiz ama kişi başına milli gelirde sabit fiyatlarla yüzde 2.5’in üzerinde bir net (reel) artış gerçekleşecek.
-Piyasada yerlisiyle, yabancısıyla hiçbir malın yokluğu, kıtlığı yok.
-Bankalarımızın sermaye yeterlilik güçleri iyi. Bankalarımızın hiçbirinin sorunu yok. Halkımız bankalara güveniyor. TL veya dolar birikimlerini bankalarda tutuyor.
-Dolar ve altın sevdası devam ediyor ama panik halinde dolara, altına hücum söz konusu değil.
Dışarıda, içeride durum çok mu iyi? Hiç de iyi değil. Ama dışarıda içeride durumun hiç de iyi olmamasına rağmen, içeride çarkların dönmesi, hayatın, dışarıda ve içeride olan bitenden göreceli olarak az etkilenmesi çok önemlidir.
Bu durumun kıymetini bilelim.
(Bu yazıya konu olan, kısa dönemde dışarıda ve içeride ortaya çıkan olağanüstü gelişmeler karşısında ülkenin durumudur. Bu olağandışı gelişmelerden ayrı olarak ve de bu yazıda anlatılanların dışında ülkenin olağan sorunları vardır. Büyümenin yavaşlaması, işsizlik sorunları,eğitim ve adalet sisteminin yenilenmesi zorunluluğu, gelir dağılımının bozukluğu, yoksulluk bizim olağan sorunlarımızdır.
Sevgiyle kalın..


27 Kasım 2015 Cuma

Can Dündar'ın savunması

“Bazıları, bazı şeylerin bazı yerlerde yayınlanmasını istemez. İşte o şeylere haber diyoruz.”
John KEANE, Siyaset Bilimi Profesörü
Can DÜNDAR'ın savunması:
MİT TIR'ları meselesini ilk yazan ben değilim. Bu olay sizin de bildiğiniz gibi bahsettiğimiz iki  yapının arasındaki kavgadan ortaya çıkan bir şey. Nasıl olur da bir ülkenin jandarması ile istihbaratçıları birbirine silah çekecek duruma geliyor? Nasıl olur da jandarma kolundan çekerek istihbaratçıları ayağının altında ezer silahını alır?  Nasıl olur da bir ülkenin savcısı bir ülkenin valisi ile çatışma haline gelir. İşte bu kurulan ikili yapının sonuçları bunlar.

Savcılar, MİT TIR'larının nasıl çevrildiğini ifade ettiler. Fotoğraflar yayınlandı. Ve o MİT TIR'larının nasıl çevrildiğinin görüntülerine ulaştık. MİT dedi ki ülke dışına silah nakli yapılmıyordu; ülke içine yapılıyordu. Başbakanlık ise gıda ve insani yardım taşıyorduk dedi. Sonradan bunun gıda olmadığı ortaya çıkınca Türkmenlere gönderildi dendi.
O zamanki ana muhalefet genel başkan yardımcısı Tuğrul Türkeş dedi ki: Ben bizzat biliyorum vallahi billahi o TIR'lar Türkmenlere gitmiyordu. O şahıs şu anda Başbakan Yardımcısı gerekirse mahkemede tanıklığına başvurulabileceğini düşünüyorum. Bu görüntüler elimize ulaştı.
Ülkenin istihbarat teşkilatı kendi görev tanımında olmayan bir silah nakli gerçekleştiriyordu.Yani suç işliyordu. Bu ulusal hukukta da suç uluslararası hukukta da suç. Ben ülkemin milli menfaatlerinin yalan söylemekten geçtiğine inanmıyorum. Ben bu halkın milli menfatlerinin istihbarat teşkilatının kanun dışı silah ve insan ticaretinde olduğun inanmıyorum. Hiçbir suç gizli damgasıyla örtbasedilemez ve devlet yurttaşına yalan söyleyerek adil bir devlet olamaz.
Bir devlet adamının görevi böyle durumlarda devletin düştüğü zor durumdan kurtarmak olabilir ama hatırlatmak isterim ki gazeteci bir devlet memuru değildir. Benim görevim; halk adına devleti denetlemek, devlet bir hata yapıyorsa hükümet bir yanlış olaya bulaşmışsa kamu adına bunun hesabını sormaktır.

Uluslararası çapta yakısı olan bir olay.. Bir silah nakli.. Devlet adamları o TIR'larda ilaç vardı diyor. İlaç kutularını kaldırdığınız zaman içinde silah olduğunu görüyorsunuz. Nereye gittiğini de bilmiyoruz.
Bundan birisinin hesap sorması lazım. Bu devlet içindeki çatışmadan olabilir. Uluslararası bir tezgah olabilir. Devlet radikal islamcıları silahlandırıyor olabilir ve hiçbir milli menfaaat bunu meşru göstermez.
Gazeteci olarak benim görevim kamuyu bundan haberdar etmektir. Bunu yaparak devleti de önemli bir yanlıştan  kurtardığımızı düşünüyorum.
Daha önce Susurluk'ta gördük. Devlet illegal yollara başvurabiliyor. Suçluluları kullanabiliyor. Suç işleyebiliyor. Çok rahatlıkla yaptığı vahim hataları çok gizli damgalı dosyalarla devlet sırrı haline sokup kendini aklamaya çalışıyor. Bunlara karşıya çıktık ve yayınlayarak belki devletin daha temiz bir topluma evrilmesine yardımcı olduk.
Bugün de aynı durum var. Ne yazık ki devlet bütün uluslararası toplumun tepki gösterdiği bir silah ve insan ticaretine aracılık ediyor. Bütün uluslararası basında bunlar yer aldı. Biraz da milli sır -devlet sırrı- meselesinin biraz da  uluslararası boyutundan söz etmek isterim. Benim doktora tezim bu konudaydı. Dünya örneklerini inceledim.
Bunların en bilinenleri Watergate skandalıdır. Daha sonra Irangate skandalı gelir. Günümüzde Wikileaks belgelerinin yayınlanması yine bu konuyu gündeme getirdi. Burada temel mesele şudur:

Devletin güvenlik ihtiyacı var. Bunun karşısında da halkın bilme hakkı ve gazetecilerin ifade özgürlüğü var..  Bunlar çatıştığı zaman ne olur? Aslında temel konumuz bu. Ben burada ifade özgürlüğünün belli konularda devletin güvenlik ihtiyacının önüne çıktığını düşünüyorum. Hiçbir şekilde devletin suç işleme özgürlüğü yoktur. Hiçbir güvenlik gerekçesi suçu örtmeye yetmez.
Eğer biz bu haber nedeniyle tutuklanır, yargılanır mahkum olursak, bu hem Türkiye'de hem uluslararası kamuoyu önünde bir yalan haber yaptığımız iddiasıyla olmayacaktır. Bu devletin halkına yalan söylediğini belgelediğimiz için olacaktır ve bütün mahkeme sürecinde biz bu yalanı belgeleriyle ortaya koyacağız.
Watergate'te aynı şey oldu. Devlet gizlemeye çalıştı. Sonunda olay başkanın istifasıyla sonuçlandı. İrangate'te Amerika'nın İran'a gizli silah satışını belirledi.Bütün sorumlular mahkeme önünde hesap verdi.

Wikileaks, Amerika'nın Irak'taki bütün suçsuz uygulamalarını belgeleriye ortaya koydu. Burada beni casuslukla itham edebileceğiniz hiçbir konu yok. Kendi ülkemizin istihbaratı dahil hiçbir ülkeyle ilişkim yok. Sözünü ettiğiniz Fetullah terör örgütüyle ilgim yok.
Bir casus düşünün ki elde ettiği bilgiyi ertesi gün okurlarıyla paylaşıyor. Bir casus düşünün ki paylaştığı haberden beş buçuk ay sonra karşınıza geliyor, beş buçuk aydır elini kolunu sallayarak geziyor. Ben yapılanın iyi bir gazetecilik olduğunu düşünüyorum.
Bugün olsa yine yayınlarım. Kamuoyu iyi ki bunları öğrendi. İyi ki Cumhurbaşkanı dün 'silahsa silah ne olmuş yani' noktasına geldi. Böyle diyerek bu görüntülerin montaj ve sahte olduğu iddialarını
da boşa çıkartmış oldu, kabul etti. Bu bile bize yönelik suçlamanın düşmesi için yeterli olduğunu düşünüyorum.
Cumhurbaşkanı 'silahsa silah ne olmuş yani diyorsa' ben de ' haberse haber ne olmuş yani' diyorum

sevgiyle kalın

26 Kasım 2015 Perşembe

Kadınlara 10 Öğüt

Kadınlara 10 Öğüt!
_Birini sevmek, her şeyi riske atmaktır ve genelde buna değer.
“Bizi özgür bırakan tek şey aşktır.”
__Kadınların birbirlerini her zaman desteklemesi gerekir.
“Bir kadın, ne zaman kendi sesini duyurmak için ayağa kalksa, planlamamış bile olsa, tüm kadınlar için de ayağa kalkmış olur.”
__Başarının anahtarı çok basit: Keyif almak
“Başarı kendinizi sevmektir, işinizi sevmektir ve işinizi nasıl yaptığınızı sevmektir.”
__Değiştirebileceklerinizi değiştirin ama kontrolünüz dışında olanları da kabul edin.
“Bir şeyi beğenmiyorsanız onu değiştirin. Eğer değiştiremezseniz kendi tutumunuzu değiştirin. Şikâyet etmeyin.”
__İç sesinize ve içgüdülerinize güvenin.
“Kendinizi dinleyin. O sükûnet içinde Tanrı’nın sesini duyacaksınız.”
__Affetmenin değerini bilin.
“Kendinize verebileceğiniz en güzel hediye affetmektir. Herkesi bağışlayın.”
__“Kıçına tekmeyi basmaya” cesaretiniz olsun.
“Hayat tam bir baş belasıdır. Dışarı çıkın ve kıçına tekmeyi basın.”
__Eğer kötü bir hayatınız varsa, ilişki veya iş, hemen ayrılın.
“Yeni bir yola koyulmak zordur ama bir kadını için için kemiren o durumda kalmaktan daha zor değildir.”
__Gülümsemeyi hiçbir zaman ihmal etmeyin.
“Kadınlar sert ve hassas olmalıdır. Mümkün olduğunca gülmeli ve uzun bir ömür sürmelidir.”
__İnsanları nasıl hissettirdiğiniz, arkanızda bıraktığınız izinizdir.
“Öğrendim ki, insanlar sizin ne söylediğinizi, ne yaptığınızı unutuyor. Ama onlara nasıl hissettirdiğinizi unutmuyor.”

                                                                                                                   Angelou

Tavuk Sote

Slm,

İşten eve gittiniz, çok açsınız ve bir lokma yemeğiniz yok. Ne yapsam, ne yapsam diye düşünürken ortaya çıkan bir tarif. Leziz ve iştah açıcı. Tavsiye edilir.

Malzemeler:

Tavuk eti (veya kırmızı et)250-300 gr
1/2 demet yeşil soğan
2 diş sarımsak
2 su bardağı civarı domates sosu http://aynurunaynasi.blogspot.com.tr/2013/09/ksa-hazrlk-kahvaltlk-sos.html(veya domates salçası)

Yapılışı: Tavuk etlerini suyunu salıp çekene kadar pişirin üzerine domates sosunu, sarımsağı ekleyin. Pişdikten sonra yeşil soğanları ekleyin. Menünüze tereyağlı sade makarna veya pilav iştah açıcı bir uyum olacaktır afiyet olsun



Sevgiyle kalın.

17 Kasım 2015 Salı

Benim hallerim....

Ey, benim iyimser hallerim,
Çabuk aldanışlarım,
Hep inanışlarım,
Alttan alışlarım,
Hatayı hep kendimde buluşlarım,
Değmeyecekleri kafama takışlarım,
Yoktan yere, akıp giden gözyaşlarım,
Herkesi, insan yerine koyuşlarım,
Hepinize elveda...

 Nazım Hikmet 

28 Ekim 2015 Çarşamba

Bir sömürü hikayesi - Zeytinyağlı yiyemem aman türküsünün hikayesi


Slm,

dünyayı saran sömürü zincirinin minicik bir parçası. Okuyunca bu pargrafı paylaşmak istedim.

Marshall yardımının koşullarından biri de Türkiye’nin ABD’den mısırözü yağı almasıydı.

Marshall Planı 2. Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konan ABD kaynaklı bir ekonomik yardım paketidir. Aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 16 ülke, bu plan uyarınca ABD'den ekonomik kalkınma yardımı almıştır. ABD geçmişten beri dünyanın en büyük mısır üretici ülkesidir.
ABD birikmiş olan mısır dağlarını eritmenin bir yolu olarak mısırözü yağı ihracatını keşfetmiştir. Marshall yardımının koşullarından biri Türkiye'nin ABD’den mısırözü yağı almasıdır. Yine aynı dönemde yüz binlerce zeytin ağacı sökülerek bir katliam yapılır. Kalan zeytin ağaçlarından elde edilen zeytinyağının büyük bölümü ABD tarafından Dolar karşılığı alınır ve mısırözü yağı TL karşılığı satılır.
Buna koşul olarak Türkiye’de ilk margarin fabrikası kurulur. Türk insanı zeytinyağından soğutularak mısırözü yağına ve margarine alıştırılır. Bu amaçla zeytinyağı "ısınırsa kanser yapar" gibi yalanlar uydurmaktan da geri kalınmaz.
Hâlbuki zeytinyağı halk ağzındaki deyişiyle dumanlaşma derecesi en yüksek (en zor yanan) sıvı yağlardan biridir.

Bununla da kalınmaz, kötülemek için tıpkı bugün yapılan halkla ilişkiler endüstrisi çalışmaları gibi “Zeytinyağlı yiyemem aman, basmadan fistan giyemem aman...” diye türkü sipariş edilir ve ülkenin en popüler türküsü yapılır. Bursa yöresine ait bu türkü 2 Kasım 1954 tarihinde İhsan Kaplayan'dan kaynak gösterilerek Muzaffer Sarısözen tarafından derlenmiştir.
Katı yağ/margarine mahkûm edilen halk, 20-30 yılda bir kaşık yağa bile muhtaç hâle getirilir. Basma giyen kadınlar, plastik giysilerle tanıştırılır…


Kaynak: Yeni Sömürgecilik Açısından Gıda Emperyalizmi - Osman Nuri Koçtürk, Toplum Yayınları, 1966



Nereden nereye diyeceksiniz, beni bilen bilir daldan dala atlamalarım vardır. 
Bu günlerde Tony Blair Irak işgali nedeniyle özür diledi, "yanlış istihbarat"MIŞ öyle dedi. Oysa daha işgal başlamadan "tırlarda nükleer silah üretiliyor" istihbaratlarının saçmalık olduğunu bunun Irak'ın işgali için yalandan ibaren olduğunu okumamış mıydık aklı selim bilim adamlarının makalelerini yayınlama cesaretini gösteren gazetelerde.
Peki Suriye'de iç savaş başladığı günlerde Esad'ın ben ABD nin istediklerini vermiş olsaydım ülkemde iç savaş başlamayacaktı açıklamasına ne demeli. Biz o dönemlerde Malatya'ya kurdurmadık mı ABD füzelerini.
Aklımızla dalga geçiyorlar. İnanana...

Sevgiyle kalın..

8 Ekim 2015 Perşembe

Rusya meselesinde ekonomiye dikkat - Güngör URAS

ABD, Avrupa Birliği (AB) ülkeleri ve NATO, Rus uçaklarının hava sahamıza girmesi olayını, “abartmayı - köpürtmeyi“ sürdürüyorlar. Olan bitenle ilgili tartışmaları uzatıyorlar. Rusya’nın veİran’ın Suriye’de etkin hale gelmelerine olan tepkilerini, Türkiye üzerinden protesto ediyorlar. 

Dış politika tabii ki önemlidir. Fakat dış politika ilişkileriyle kurulmuş dengeler, ülkeler arasındaki ilişkiler kısa sürede bozulursa, ekonomi sarsılır, hatta çöker.
Rusya ve İran ile Türkiye arasında değişik ekonomik ilişkiler var. Bunların en önemlisi “doğalgaz” bağımlığımız.
-2014 yılında 49.2 milyar metreküp doğalgaz ithal ettik. Doğalgazın yüzde 66’sı Rusya’dan, yüzde 16’sı İran’dan, yüzde 12’si Azerbaycan’dan borularla geliyor. Yüzde 15’i gemilerle getirilen likit gazdan elde ediliyor.
-Doğalgazın yüzde 46’sı elektrik santrallarında kullanılıyor. Yüzde 25’i sanayide üretimde kullanılıyor. Yüzde 20’si konutları ısıtıyor, ocakları yakıyor. 75 ilde 11 milyon hane (toplam hanelerin yarıya yakını) doğalgaz kullanıyor.
-2014 yılında üretilen toplam elektriğin yüzde 48’i doğalgaz yakan santrallarda üretildi.
Hem Rusya, hem İran
Eğer bir “savaş” başlıyor ise, söylenecek söz olmaz. Ama Rusların ve İranlıların Suriye içinde etkinliğinden rahatsız olan ABD, AB ülkeleri ve NATO’nun dolduruşu ile bu iki ülke ile siyasi ilişkileri bozar veya kesersek, bunun faturasının ne olacağını da hesaba katmamız gerekir.
Rusya veya İran, siyasi nedenlerle, doğalgaz tedarikini azalttıklarında veya kestiklerinde ertesi gün, elektriklerin yarısı söner. Fabrikalarda üretim durur. Konutlarda şofbenlerin, ocakların alevi söner.
Durup dururken...
Tekrarda yarar var... Birileri Türkiye topraklarına göz koyar, Türkiye bu nedenle savaşa girer ise, elektriğin kesilmesine, sanayinin durmasına, evlerde ocağın yanıp yanmamasına bakılmaz. Ama durup dururken, (tekrarda yarar var) “içeride ve dışarıda gelişmelerden hoşlanmayanların yönlendirmesi sonucu” Rusya ve İran ile “iyi olmasa da, orta karar giden“ ilişkileri düşmanlığa dönüştürmek Türk ekonomisini çökertir.
-Rusya’nın doğalgazını Türkiye üzerinden yeni boru hatlarıyla Avrupa’ya ulaştırmasını bekliyoruz. 
-Rusya’nın ve İran’ın doğalgaz faturalarımızı ucuzlatması için müzakereler yapıyoruz.
-Rusya ve İran yaş meyve ve sebze ile giyim eşyası ihracında önemli pazarlarımız.
-Türkiye’ye Rusya ve İran’dan gelen turistler, önemli bir turizm geliri sağlıyor.
-Ruslar Türkiye’nin ilk nükleer santralını inşa ediyorlar. İkinci santral için müzakereler devam ediyor.
Bütün bunları sıralamak “Rusya  ve İran ne yaparlarsa yapsınlar... Sesimizi çıkarırsak gazı keserler” anlamına gelmez. Ama bütün bunlar, siyasi ilişkileri yürütürken, dikkate alınması gereken konulardır.
Siyasi ilişkilerdeki yanlışlar ekonominin zayıflamasına, çökmesine yol açar ise, ülkenin siyasi gücü yok olur.

Avrupa'nın IQ haritası

Slm,






Sevgiyle kalın...

Ne Afganistan, ne Pakistan burası TÜRKİYE ! Sürüklenen ceset, kaybedilen savaş - O.Kemal Cengiz

İlk gördüğümde yine tarumar müslüman bir ülkedeki rutin tablo diye düşündüm, sonra görüntünün Şırnak'ta olduğunu okudum, hayır fotomontajdır diye çok da önemsemedim ilk önce,  ama yanıldım. 
Daha önce Varto'da PKK'lı kadının çırılçıplak cesedini sergileyen devlet, pekala bunu da yapardı, düşünemedim, belki de "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'me" yakıştıramadığım için düşünmek istemedim. Biz bu görüntülere sakalı dizlerinde elinde kalaşnikoflu Allahu Ekber nidalarıyla şahlanmış Afganistan, Pakistan cennetliklerinden alışığız, bu kareler o ülkelere has bi görüntüydü zihnimde...
Türkler; en fazla övündüğümüz "askerlik dehamız", "kahramanlığımız", "ahlakımız", "......," bu muydu yani? Bu kadar mı alçaldık?...
 Göz dizen, kulak kesen, yerde sürükleyen, namus bildiğimiz kadının bedenini sergileyen, ahlaktan yoksun savaşan hep  hainlerdi... Biz öyle savaşmazdık...
"Kim" sürüklendi yerlerde, "kim" çırılçıplak yattı sokak ortasında, kim kazanıyor gerçekte?
Orhan Kemal Cengizin yazısını paylaşmak istedim..
Bazen, tam kazandığınızı zannettiğiniz an en ağır yenilgiye teslim olduğunuz andır.

Bazen en sert güç gösterisini yaptığınız an, en zayıf olduğunuzu ortaya koyduğunuz andır.

* * *

Bir devlet, öldürdüğü bir militanı arabanın arkasına takıp, sokaklarda sürüklüyorsa eğer, o savaş çoktan kaybedilmiş demektir.

Dün HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın Twitter hesabından paylaştığı fotoğrafta, zırhlı bir aracın arkasından bir cesedin sürüklendiğini gördük.

* * *

Daha önce çırılçıplak soyulmuş bir kadın militanın ardında fotoğraf çektiren güvenlik kuvvetlerini görmüştük.

Cizre’de operasyon yapıyorum diye bütün bir kenti aç açık bırakan, “Hepiniz Ermeni’siniz” diye bağıran devleti gördük.

* * *

Bir devlet bir örgütle savaşırken, devlet gibi davranmayı bir kenara bırakmışsa o savaş kaybedilmiş demektir...

* * *

Trafik polislerine tuzak kuran, sivillerin arasından silahlı çatışmaya giren, insanları çocuklarının gözleri önünde öldüren bir örgüte karşı, bir devletin cevabı ceset sürükleyerek, ceset soyarak geliyorsa eğer, o savaş kahredici bir mağlubiyetle bitmiş demektir.

* * *

Biz bu filmi çok defa gördük daha önce ve sonunun nasıl biteceğini de çok iyi biliyoruz.

90’larda köylerin nasıl yakıldığını, Kürt işadamlarının nasıl kaçırıldığını, insanların Diyarbakır sokaklarında güpegündüz enselerinden nasıl vurulduklarını çok iyi biliyoruz.

* * *

Koca bir devletin, bir halka karşı savaş açan JİTEM’e nasıl teslim olduğunu çok iyi biliyoruz.

Kirli bir savaşa girdiğinde bir devletin nasıl çürüdüğünü, o çürümenin savaştığı gücü nasıl büyüttüğünü çok iyi biliyoruz.

* * *

Ölülere bile saygısızlık yapan, cesetlere bile eziyet edenler, o öldürdükleri karşısında büyük bir yenilgiye uğramış demektir.

Yendiğinizi zannettiğiniz düşman, yere düşerken, haysiyet ve onurunuzu sizden alıp götürmüştür.

Zafer naraları atıp, sürüklediğiniz ceset, çoktan kendisiyle birlikte sizi de çürütmeye başlamış demektir.

* * *

Biz bütün bu filmleri daha önce gördük. Sonunda, geriye çürümüş bir devlet, kaybedilmiş bir halk ve korkunç yıkımlar getiren bir savaş kalıyor..

1 Ekim 2015 Perşembe

Çocuklara Masal mı dediniz? (Can DÜNDAR - Ben babamın beşiğini sallarken)

Ben babamın beşiğini sallarken - Can DÜNDAR

Bu hafta Babalar Günü vesilesiyle sizlere ebeveynlere özgü bir sorundan sözetmek istiyorum. Ben de çocuk sahibi olduğumdan beridir farkettim ki, ortada çok ciddi bir "Masal sorunu" var.
Size şaka gibi gelebilir; ama değil.
Malumunuz, çocukların çoğu, dünyayla iletişimini masallar aracılığıyla kuruyor. Masal kişileriyle özdeşleşip, maceralar yaşıyor ve o arada da sorun çözmeyi, ilişki kurmayı, iyiyi kötüden ayırmayı öğreniyor; insanları ve kendini tanıyor.
Üstelik masalların zaman ve mekan sınırı yok. Kuşaklar ve sınırlar ötesi bir çocuk imparatorluğu adeta... Uluslararası bir iletişim aracı... Dilden dile, devirden devire sıçrayan bir enternasyonal hayal alemi...
Ben, masalların gerçeküstülüğüne her zaman hayranlık duymuşumdur. "Develerin tellal, pirelerin berber olduğu" ve babamın beşiğini sallayabildiğim bir "zamanda yolculuk"a daima şapka çıkarmışımdır.
"Öyleyse sorun ne" diyeceksiniz...
İşin "sorun" olan yanı şu ki; konu bu kadar önemli olmasına rağmen, bir yandan da "güvenilir" masal bulmak son derece zor.
Geçenlerde Deniz Gökçe Yeni Yüzyıl'da, o güzelim Alis Harikalar Diyarında masalının gerçek hikayesini yazdı. Meğer kitabın yazarı aslında 19. yüzyılda yaşamış bir İngiliz matematikçisiymiş. Küçük kızlara ilgi duyan bir sapıkmış. Çalıştığı üniversitenin dekanının küçük kızına tutulmuş ve onu üniversitenin gölünde sandal gezilerine çıkararak hikayeler anlatmaya başlamış. İşte Alis'in Harikalar Diyarındaki masalları bu hikayelerden çıkmış.
İşin sonu daha da korkunç: Alis, yaşı ilerleyip genç kız olunca, bizim profesörün sapıklığının farkına varmış ve intihar etmiş.
Şimdi çocuklarımıza ballandırarak anlattığımız masal, işte böyle bir tarihçeye dayanıyormuş.
* * *
Gelin de endişelenmeyin...
Biraz daha araştırınca anladım ki, sadece Alis değil, bizim Pamuk Prenses, Uyuyan Güzel, Külkedisi, Çizmeli Kedi, yani tanıdığımız masal kahramanlarının çoğu 17. yüzyılda Fransa'da halk arasında anlatılan yarı-pornografik öykülerden çıkıp gelmişler. Zamanla sansürlenerek, günün koşullarına uydurulmuşlar. Örneğin, orijinal masalda Uyuyan Prenses'i yüzyıllık uykusundan yakışıklı bir prens değil, evli bir adam, üstelik de tecavüz ederek uyandırıyormuş. Prenses de bu ilişkiden hamile kalıyormuş.
Bunu duyunca, aklıma, yıllar önce okuduğum bir "Kırmızı Şapkalı Kız" yorumu geldi.
"O da mı" diyeceksiniz... Ne sandınız?.. Kırmızı'nın insanın içindeki cinsel eğilim ve dürtüleri simgelediğini artık çocuklar bile biliyor.
Masalın ruhbilimsel çözümüne girişirseniz, anlıyorsunuz ki, aslında kırmızı şapkalı kızımız henüz ergenlik çağı sorunlarıyla boğuşan bir "yeni-yetme"dir. Annesi (yani kızın süper-ego'su) Kırmızı Şapkalı Kız'ın içgüdülerini bastırmak için, onu yola çıkmadan sıkı sıkı tembihler. "Sağa sola bakıp, oyalanmamasını" söyler. Ama, "orman", (yani bilinç altının gizemli derinlikleri) birbirinden çekici günahlarla doludur. Meraklı küçük kızımız neşe içinde ormana dalınca, kurt (yani bilinçaltı) devreye girer: "Acelen ne küçük kız? Bak orman ne kadar güzel. Biraz dolaşmak istemez misin?" der. (Bütün erkekler lafa böyle girmezler mi?)...
İşte Freud'un ünlü "haz ilkesi" orada devreye girer. Ergenlik dürtülerinin etkisi altındaki kızımız, kendini kurda kaptırır.
Sonrası malum... Kurt anneannenin adresini alır. Onu yutar ve yaşlı kadının giysilerine bürünerek bizim kırmızı şapkalıyı "yatağına alır". Neyse ki son anda avcı (işte baba yetişti) çıkagelir. Kızını kurtarır. (Bilinçaltının vahşi güdüleri yenik düşer). Kurt'un karnını yarar (eski zaman sezeryanı), anneanneyi çıkarır, sonra da kurdun karnına taşlar doldurarak onu (yani kızın bilinçaltını) sonsuza kadar prangaya vurur. Böylece Kırmızı Şapkalı Kız'ımız da yoldan çıkmanın bedellerini, kurtların nasıl kılık değiştirmiş canavarlar olduklarını öğrenmiş olur. Bir daha da asla ormandan (içinden) gelen sese kulak vermez...
* * *
Bilmem bana hak vermeye başladınız mı? Bitmedi: Bir de şu "alternatif final"i dinleyin: "Avcı eve girip, kurtla kızı yatakta bulunca baltasına davranır. Ancak kızla kurt avcıya dönüp azarlarlar: "Seni seksist manyak... Sen ne hakla kadınlarla kurtların kendi aralarındaki bir sorunu baltayla çözmeye kalkıyorsun. Bizim bu sorunu bir erkek olmadan çözemeyeceğimizi mi sanıyorsun"?
Bu konuşmadan sonra anneanne, kurdun karnından dışarı fırlar, baltayı kaptığı gibi avcının kellesini uçurur. Sonra da kurt, anneanne ve Kırmızı Başlıklı Kız, kafa kafaya verip, ormanda karşılıklı saygıya dayalı yeni bir yaşam kurarlar.
Tahmin ettiğiniz gibi, bu da masalın feminist yorumu ve geçenlerde yayınlanan "Siz Hala Ananızın Masallarını mı Okuyorsunuz" başlıklı kitapta yeralıyor.
Masallarda süregiden bu "cinsel savaş"ı gördükten sonra şimdi oğluma masal anlatmaya korkar oldum.
Babalar Günü aşkına söyleyin, bildiğiniz "sağlıklı bir masal" var mı?   


1995'te yayınlanmış yazısı...                                              

30 Eylül 2015 Çarşamba

İslam dünyasındaki kutsal sefalet - Levent GÜLTEKİN


İslam dünyası denildiğinde artık aklımıza gelen ilk şey: Ölüm.
İnsan gibi yaşayacak şehirler kuramadığımız için, o şehirlerde kurallar, değerler, kanunlar oluşturamadığımız için, ritüelleri yerine getirmek amacıyla esaslı organizasyonlar yapacak veyahut o ritüelleri günümüze uyduracak aklı ve zekayı tamamen devre dışı bıraktığımız için her gün yüzlerce insan ölüyor.
Ya hacda ölüyor, ya da Kurban keserken. Ya trafikte ölüyor ya da berbat şartlar altında çalışırken. Ya mezhep savaşında ölüyor veyahut yoksulluktan.
İslam dünyasındaki sefil ruhlu yöneticilerden başka kimsenin işine yaramayan bir din yorumu var elimizde.
Müslümanlar korkaklıklarıyla, tembellikleriyle, akıldan ve düşünceden uzak İslam yorumuyla İslam’ı günümüz dünyasının dışında bıraktı.
Müslümanlar, özü işlevsiz hale getirdi
Bir tarafta gelişen, büyüyen, değişen bir dünya var, diğer tarafta günümüz dünyasının yaşam şartlarıyla çelişen, saygıdeğer bir hayat kurmaya engel olan bir İslam anlayışı var.
Bir tarafta şehirleşen dünya var, diğer tarafta köy hayatına göre yorumlanmış din anlayışı var.
Yaşamayan, gelişmeyen, düşünceyle, akılla yenilenmeyen din, Müslümanların elinde adeta ölüme mahkum oldu. Çürümeye terk edilmiş din, Müslümanların sefaletine de kaynaklık ediyor.
………………..
Asıl kafa yormamız gereken
Tuhaftır, İslam’ı benimseyenlerin, bu sefil tabloyla bir dertleri yok. ……..
Yetersizliğimizi dinle örtüyoruz
……  Dinler, özünde insanlara daha iyi yaşam sağlamak için gelmişken, günümüz Müslümanları insanlıklarını, yaşamlarını, huzurlarını din adına feda ediyorlar.
Peki ne demek istiyorum?
Siyasetteki başarısızlığımızı dinle örtüyoruz.
Mimaride, sanatta, bilimde, teknolojide ve hayata tat ve yenilik katan birçok alandaki geriliğimizi dinle örtüyoruz. 
Yaşanabilir hayatlar kurmadaki yetersizliğimizi dinle örtüyoruz.
İslam ülkelerinin dünyaya kattığı en küçük bir değer yok.
Buradaki akılsızlığımızı, tembelliğimizi dinle örtüyoruz.
 İbadetleri yerine getirecek organizasyonları yapmadaki yetersizliğimizi dinle örtüyoruz.
Üstelik doğan sonuçlara kutsallık atfediyoruz. Bine yakın hacının öldüğü kazayla ilgili “Ne güzel, mübarek zamanda, mübarek yerde öldü mübarek insanlar” diyebiliyoruz! 
Yaşadığımız ülkelerdeki iş kazalarını, akılsızlık, vicdansızlık, tedbirsizlik sonucunda yaşanan felaketlere ‘takdir-i ilahi’ diyerek suçu Allah’a atıyoruz.
Sonra da, “Bu din anlayışı bizim gelişmemizin, insan gibi yaşamamızın önündeki en büyük engel” diyenlere hakaret ediyoruz.
İslam dünyasında ölümü yücelten bir din anlayışı hakim
Ne yapalım, hepimiz, içinde yüzdüğümüz çamura, “Allah’tan gelmiş”deyip kutsallık mı atfedelim?
Eğer Allah’tan geliyorsa, Allah niçin bütün felaketleri, sefaletleri, Müslümanlara gönderiyor? Bu soruya hiç kafa yormayalım mı?
Ne yapalım, günümüz dünyasına uymayan, yerine getirilmesi imkansız olan ritüeller için insanların ölmesine razı mı olalım? Ölelim ama yine de o ritüelden vazgeçmeyelim. İslam bize bunu mu emrediyor?
Ne yapalım, bu dünyada insan gibi yaşamaktan vaz mı geçelim? Ya da cennete gitmenin yolunun sefil bir yaşam sürmekten geçtiğini söyleyenlere boyun mu eğelim?
Mesela her Kurban Bayramında benzer tartışmalar yaşıyoruz.
Kurbanın amacı, özü, paylaşmaktır. “Bu dört günde yoksulluğu ortadan kaldır” demektir.
…………..
Dünya değişiyor. Nüfus artıyor. Nüfus yoğunluğuna göre haccın özüne uygun yeni yorumlar, yeni yöntemler geliştirmemiz gerekmiyor mu?
Kör bir inatla, “Ölelim ama bu ritüeli asla değiştirmeyelim” mi diyeceğiz?
Günümüz dünya şartlarına göre tıkanıklığı aşacak, sefil görüntüleri ortadan kaldıracak yeni yorumlar yapmak İslam’a aykırı mıdır?
Yaşamı değil, ölümü yücelten bir din anlayışı hakim İslam dünyasında. Bunun neden olduğu felaketleri görmemek için daha ne kadar direneceğiz?
Müslümanlar olarak hepimiz yaşayan ölüleriz
Böyle bir din anlayışı hakim olduğu için Müslümanlar yaşanabilir şehirler kuramıyorlar. Bunun için yaşatmayı öncelik edinen organizasyonlar yapamıyorlar. Bunun için hukuka, mühendisliğe, üretmeye, yaşatmaya öncelik vermiyorlar.
Böyle bir anlayış olduğu için değerler, sistemler oluşturamıyorlar. Bu anlayışa teslim oldukları için daha iyi bir yaşama kafa yormuyorlar.
Din uğruna bu çamurun içinde yaşamaya daha ne kadar devam edebiliriz? İslam dünyasından insanların huzur için oluk oluk batıya göç ettiğini daha ne kadar görmezden gelebiliriz?
Esasında Müslümanlar olarak hepimiz yaşayan ölüleriz. Çünkü bu topraklarda hayatımızın bir değeri yok. İnsanlığımızın bir kıymeti yok. Ölüm daha değerli olduğu için huzurun, ahlakın, dostluğun, nezaketin, bilginin şahsiyetli olmanın… kısacası insan gibi yaşamanın değeri yok.
Hayatımızı çürüten, insan gibi yaşamamıza engel olan bu anlayışı değiştirip İslam dünyasına kabul ettirme şansımız yok. Bari bu anlayışa mahkum edilmiş dini, hayatımızın odağı yapmaktan vazgeçelim.

Bunu yapmazsak kutsallık atfedilen bu çamur deryasında sefil bir şekilde yaşayıp öleceğiz
http://www.diken.com.tr/islam-dunyasindaki-kutsal-sefalet/

yazının devamını Suudi Arabistan öncülüğündeki Yemen katliamından bir haberi de paylaşayım. Tamamen kadınların ve çocukların olduğu düğün evine müslüman ittifakı saldırıyorlar (Allahu Ekber nidalarını hayal etmemek mümkün değil) 131 ölü. Durmak yok, yola devam...
http://www.radikal.com.tr/dunya/yemende_dugun_katliami_131_olu-1441870
Sevgiyle kalın..