Sayfalar

28 Ekim 2015 Çarşamba

Bir sömürü hikayesi - Zeytinyağlı yiyemem aman türküsünün hikayesi


Slm,

dünyayı saran sömürü zincirinin minicik bir parçası. Okuyunca bu pargrafı paylaşmak istedim.

Marshall yardımının koşullarından biri de Türkiye’nin ABD’den mısırözü yağı almasıydı.

Marshall Planı 2. Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konan ABD kaynaklı bir ekonomik yardım paketidir. Aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 16 ülke, bu plan uyarınca ABD'den ekonomik kalkınma yardımı almıştır. ABD geçmişten beri dünyanın en büyük mısır üretici ülkesidir.
ABD birikmiş olan mısır dağlarını eritmenin bir yolu olarak mısırözü yağı ihracatını keşfetmiştir. Marshall yardımının koşullarından biri Türkiye'nin ABD’den mısırözü yağı almasıdır. Yine aynı dönemde yüz binlerce zeytin ağacı sökülerek bir katliam yapılır. Kalan zeytin ağaçlarından elde edilen zeytinyağının büyük bölümü ABD tarafından Dolar karşılığı alınır ve mısırözü yağı TL karşılığı satılır.
Buna koşul olarak Türkiye’de ilk margarin fabrikası kurulur. Türk insanı zeytinyağından soğutularak mısırözü yağına ve margarine alıştırılır. Bu amaçla zeytinyağı "ısınırsa kanser yapar" gibi yalanlar uydurmaktan da geri kalınmaz.
Hâlbuki zeytinyağı halk ağzındaki deyişiyle dumanlaşma derecesi en yüksek (en zor yanan) sıvı yağlardan biridir.

Bununla da kalınmaz, kötülemek için tıpkı bugün yapılan halkla ilişkiler endüstrisi çalışmaları gibi “Zeytinyağlı yiyemem aman, basmadan fistan giyemem aman...” diye türkü sipariş edilir ve ülkenin en popüler türküsü yapılır. Bursa yöresine ait bu türkü 2 Kasım 1954 tarihinde İhsan Kaplayan'dan kaynak gösterilerek Muzaffer Sarısözen tarafından derlenmiştir.
Katı yağ/margarine mahkûm edilen halk, 20-30 yılda bir kaşık yağa bile muhtaç hâle getirilir. Basma giyen kadınlar, plastik giysilerle tanıştırılır…


Kaynak: Yeni Sömürgecilik Açısından Gıda Emperyalizmi - Osman Nuri Koçtürk, Toplum Yayınları, 1966



Nereden nereye diyeceksiniz, beni bilen bilir daldan dala atlamalarım vardır. 
Bu günlerde Tony Blair Irak işgali nedeniyle özür diledi, "yanlış istihbarat"MIŞ öyle dedi. Oysa daha işgal başlamadan "tırlarda nükleer silah üretiliyor" istihbaratlarının saçmalık olduğunu bunun Irak'ın işgali için yalandan ibaren olduğunu okumamış mıydık aklı selim bilim adamlarının makalelerini yayınlama cesaretini gösteren gazetelerde.
Peki Suriye'de iç savaş başladığı günlerde Esad'ın ben ABD nin istediklerini vermiş olsaydım ülkemde iç savaş başlamayacaktı açıklamasına ne demeli. Biz o dönemlerde Malatya'ya kurdurmadık mı ABD füzelerini.
Aklımızla dalga geçiyorlar. İnanana...

Sevgiyle kalın..

8 Ekim 2015 Perşembe

Rusya meselesinde ekonomiye dikkat - Güngör URAS

ABD, Avrupa Birliği (AB) ülkeleri ve NATO, Rus uçaklarının hava sahamıza girmesi olayını, “abartmayı - köpürtmeyi“ sürdürüyorlar. Olan bitenle ilgili tartışmaları uzatıyorlar. Rusya’nın veİran’ın Suriye’de etkin hale gelmelerine olan tepkilerini, Türkiye üzerinden protesto ediyorlar. 

Dış politika tabii ki önemlidir. Fakat dış politika ilişkileriyle kurulmuş dengeler, ülkeler arasındaki ilişkiler kısa sürede bozulursa, ekonomi sarsılır, hatta çöker.
Rusya ve İran ile Türkiye arasında değişik ekonomik ilişkiler var. Bunların en önemlisi “doğalgaz” bağımlığımız.
-2014 yılında 49.2 milyar metreküp doğalgaz ithal ettik. Doğalgazın yüzde 66’sı Rusya’dan, yüzde 16’sı İran’dan, yüzde 12’si Azerbaycan’dan borularla geliyor. Yüzde 15’i gemilerle getirilen likit gazdan elde ediliyor.
-Doğalgazın yüzde 46’sı elektrik santrallarında kullanılıyor. Yüzde 25’i sanayide üretimde kullanılıyor. Yüzde 20’si konutları ısıtıyor, ocakları yakıyor. 75 ilde 11 milyon hane (toplam hanelerin yarıya yakını) doğalgaz kullanıyor.
-2014 yılında üretilen toplam elektriğin yüzde 48’i doğalgaz yakan santrallarda üretildi.
Hem Rusya, hem İran
Eğer bir “savaş” başlıyor ise, söylenecek söz olmaz. Ama Rusların ve İranlıların Suriye içinde etkinliğinden rahatsız olan ABD, AB ülkeleri ve NATO’nun dolduruşu ile bu iki ülke ile siyasi ilişkileri bozar veya kesersek, bunun faturasının ne olacağını da hesaba katmamız gerekir.
Rusya veya İran, siyasi nedenlerle, doğalgaz tedarikini azalttıklarında veya kestiklerinde ertesi gün, elektriklerin yarısı söner. Fabrikalarda üretim durur. Konutlarda şofbenlerin, ocakların alevi söner.
Durup dururken...
Tekrarda yarar var... Birileri Türkiye topraklarına göz koyar, Türkiye bu nedenle savaşa girer ise, elektriğin kesilmesine, sanayinin durmasına, evlerde ocağın yanıp yanmamasına bakılmaz. Ama durup dururken, (tekrarda yarar var) “içeride ve dışarıda gelişmelerden hoşlanmayanların yönlendirmesi sonucu” Rusya ve İran ile “iyi olmasa da, orta karar giden“ ilişkileri düşmanlığa dönüştürmek Türk ekonomisini çökertir.
-Rusya’nın doğalgazını Türkiye üzerinden yeni boru hatlarıyla Avrupa’ya ulaştırmasını bekliyoruz. 
-Rusya’nın ve İran’ın doğalgaz faturalarımızı ucuzlatması için müzakereler yapıyoruz.
-Rusya ve İran yaş meyve ve sebze ile giyim eşyası ihracında önemli pazarlarımız.
-Türkiye’ye Rusya ve İran’dan gelen turistler, önemli bir turizm geliri sağlıyor.
-Ruslar Türkiye’nin ilk nükleer santralını inşa ediyorlar. İkinci santral için müzakereler devam ediyor.
Bütün bunları sıralamak “Rusya  ve İran ne yaparlarsa yapsınlar... Sesimizi çıkarırsak gazı keserler” anlamına gelmez. Ama bütün bunlar, siyasi ilişkileri yürütürken, dikkate alınması gereken konulardır.
Siyasi ilişkilerdeki yanlışlar ekonominin zayıflamasına, çökmesine yol açar ise, ülkenin siyasi gücü yok olur.

Avrupa'nın IQ haritası

Slm,






Sevgiyle kalın...

Ne Afganistan, ne Pakistan burası TÜRKİYE ! Sürüklenen ceset, kaybedilen savaş - O.Kemal Cengiz

İlk gördüğümde yine tarumar müslüman bir ülkedeki rutin tablo diye düşündüm, sonra görüntünün Şırnak'ta olduğunu okudum, hayır fotomontajdır diye çok da önemsemedim ilk önce,  ama yanıldım. 
Daha önce Varto'da PKK'lı kadının çırılçıplak cesedini sergileyen devlet, pekala bunu da yapardı, düşünemedim, belki de "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'me" yakıştıramadığım için düşünmek istemedim. Biz bu görüntülere sakalı dizlerinde elinde kalaşnikoflu Allahu Ekber nidalarıyla şahlanmış Afganistan, Pakistan cennetliklerinden alışığız, bu kareler o ülkelere has bi görüntüydü zihnimde...
Türkler; en fazla övündüğümüz "askerlik dehamız", "kahramanlığımız", "ahlakımız", "......," bu muydu yani? Bu kadar mı alçaldık?...
 Göz dizen, kulak kesen, yerde sürükleyen, namus bildiğimiz kadının bedenini sergileyen, ahlaktan yoksun savaşan hep  hainlerdi... Biz öyle savaşmazdık...
"Kim" sürüklendi yerlerde, "kim" çırılçıplak yattı sokak ortasında, kim kazanıyor gerçekte?
Orhan Kemal Cengizin yazısını paylaşmak istedim..
Bazen, tam kazandığınızı zannettiğiniz an en ağır yenilgiye teslim olduğunuz andır.

Bazen en sert güç gösterisini yaptığınız an, en zayıf olduğunuzu ortaya koyduğunuz andır.

* * *

Bir devlet, öldürdüğü bir militanı arabanın arkasına takıp, sokaklarda sürüklüyorsa eğer, o savaş çoktan kaybedilmiş demektir.

Dün HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın Twitter hesabından paylaştığı fotoğrafta, zırhlı bir aracın arkasından bir cesedin sürüklendiğini gördük.

* * *

Daha önce çırılçıplak soyulmuş bir kadın militanın ardında fotoğraf çektiren güvenlik kuvvetlerini görmüştük.

Cizre’de operasyon yapıyorum diye bütün bir kenti aç açık bırakan, “Hepiniz Ermeni’siniz” diye bağıran devleti gördük.

* * *

Bir devlet bir örgütle savaşırken, devlet gibi davranmayı bir kenara bırakmışsa o savaş kaybedilmiş demektir...

* * *

Trafik polislerine tuzak kuran, sivillerin arasından silahlı çatışmaya giren, insanları çocuklarının gözleri önünde öldüren bir örgüte karşı, bir devletin cevabı ceset sürükleyerek, ceset soyarak geliyorsa eğer, o savaş kahredici bir mağlubiyetle bitmiş demektir.

* * *

Biz bu filmi çok defa gördük daha önce ve sonunun nasıl biteceğini de çok iyi biliyoruz.

90’larda köylerin nasıl yakıldığını, Kürt işadamlarının nasıl kaçırıldığını, insanların Diyarbakır sokaklarında güpegündüz enselerinden nasıl vurulduklarını çok iyi biliyoruz.

* * *

Koca bir devletin, bir halka karşı savaş açan JİTEM’e nasıl teslim olduğunu çok iyi biliyoruz.

Kirli bir savaşa girdiğinde bir devletin nasıl çürüdüğünü, o çürümenin savaştığı gücü nasıl büyüttüğünü çok iyi biliyoruz.

* * *

Ölülere bile saygısızlık yapan, cesetlere bile eziyet edenler, o öldürdükleri karşısında büyük bir yenilgiye uğramış demektir.

Yendiğinizi zannettiğiniz düşman, yere düşerken, haysiyet ve onurunuzu sizden alıp götürmüştür.

Zafer naraları atıp, sürüklediğiniz ceset, çoktan kendisiyle birlikte sizi de çürütmeye başlamış demektir.

* * *

Biz bütün bu filmleri daha önce gördük. Sonunda, geriye çürümüş bir devlet, kaybedilmiş bir halk ve korkunç yıkımlar getiren bir savaş kalıyor..

1 Ekim 2015 Perşembe

Çocuklara Masal mı dediniz? (Can DÜNDAR - Ben babamın beşiğini sallarken)

Ben babamın beşiğini sallarken - Can DÜNDAR

Bu hafta Babalar Günü vesilesiyle sizlere ebeveynlere özgü bir sorundan sözetmek istiyorum. Ben de çocuk sahibi olduğumdan beridir farkettim ki, ortada çok ciddi bir "Masal sorunu" var.
Size şaka gibi gelebilir; ama değil.
Malumunuz, çocukların çoğu, dünyayla iletişimini masallar aracılığıyla kuruyor. Masal kişileriyle özdeşleşip, maceralar yaşıyor ve o arada da sorun çözmeyi, ilişki kurmayı, iyiyi kötüden ayırmayı öğreniyor; insanları ve kendini tanıyor.
Üstelik masalların zaman ve mekan sınırı yok. Kuşaklar ve sınırlar ötesi bir çocuk imparatorluğu adeta... Uluslararası bir iletişim aracı... Dilden dile, devirden devire sıçrayan bir enternasyonal hayal alemi...
Ben, masalların gerçeküstülüğüne her zaman hayranlık duymuşumdur. "Develerin tellal, pirelerin berber olduğu" ve babamın beşiğini sallayabildiğim bir "zamanda yolculuk"a daima şapka çıkarmışımdır.
"Öyleyse sorun ne" diyeceksiniz...
İşin "sorun" olan yanı şu ki; konu bu kadar önemli olmasına rağmen, bir yandan da "güvenilir" masal bulmak son derece zor.
Geçenlerde Deniz Gökçe Yeni Yüzyıl'da, o güzelim Alis Harikalar Diyarında masalının gerçek hikayesini yazdı. Meğer kitabın yazarı aslında 19. yüzyılda yaşamış bir İngiliz matematikçisiymiş. Küçük kızlara ilgi duyan bir sapıkmış. Çalıştığı üniversitenin dekanının küçük kızına tutulmuş ve onu üniversitenin gölünde sandal gezilerine çıkararak hikayeler anlatmaya başlamış. İşte Alis'in Harikalar Diyarındaki masalları bu hikayelerden çıkmış.
İşin sonu daha da korkunç: Alis, yaşı ilerleyip genç kız olunca, bizim profesörün sapıklığının farkına varmış ve intihar etmiş.
Şimdi çocuklarımıza ballandırarak anlattığımız masal, işte böyle bir tarihçeye dayanıyormuş.
* * *
Gelin de endişelenmeyin...
Biraz daha araştırınca anladım ki, sadece Alis değil, bizim Pamuk Prenses, Uyuyan Güzel, Külkedisi, Çizmeli Kedi, yani tanıdığımız masal kahramanlarının çoğu 17. yüzyılda Fransa'da halk arasında anlatılan yarı-pornografik öykülerden çıkıp gelmişler. Zamanla sansürlenerek, günün koşullarına uydurulmuşlar. Örneğin, orijinal masalda Uyuyan Prenses'i yüzyıllık uykusundan yakışıklı bir prens değil, evli bir adam, üstelik de tecavüz ederek uyandırıyormuş. Prenses de bu ilişkiden hamile kalıyormuş.
Bunu duyunca, aklıma, yıllar önce okuduğum bir "Kırmızı Şapkalı Kız" yorumu geldi.
"O da mı" diyeceksiniz... Ne sandınız?.. Kırmızı'nın insanın içindeki cinsel eğilim ve dürtüleri simgelediğini artık çocuklar bile biliyor.
Masalın ruhbilimsel çözümüne girişirseniz, anlıyorsunuz ki, aslında kırmızı şapkalı kızımız henüz ergenlik çağı sorunlarıyla boğuşan bir "yeni-yetme"dir. Annesi (yani kızın süper-ego'su) Kırmızı Şapkalı Kız'ın içgüdülerini bastırmak için, onu yola çıkmadan sıkı sıkı tembihler. "Sağa sola bakıp, oyalanmamasını" söyler. Ama, "orman", (yani bilinç altının gizemli derinlikleri) birbirinden çekici günahlarla doludur. Meraklı küçük kızımız neşe içinde ormana dalınca, kurt (yani bilinçaltı) devreye girer: "Acelen ne küçük kız? Bak orman ne kadar güzel. Biraz dolaşmak istemez misin?" der. (Bütün erkekler lafa böyle girmezler mi?)...
İşte Freud'un ünlü "haz ilkesi" orada devreye girer. Ergenlik dürtülerinin etkisi altındaki kızımız, kendini kurda kaptırır.
Sonrası malum... Kurt anneannenin adresini alır. Onu yutar ve yaşlı kadının giysilerine bürünerek bizim kırmızı şapkalıyı "yatağına alır". Neyse ki son anda avcı (işte baba yetişti) çıkagelir. Kızını kurtarır. (Bilinçaltının vahşi güdüleri yenik düşer). Kurt'un karnını yarar (eski zaman sezeryanı), anneanneyi çıkarır, sonra da kurdun karnına taşlar doldurarak onu (yani kızın bilinçaltını) sonsuza kadar prangaya vurur. Böylece Kırmızı Şapkalı Kız'ımız da yoldan çıkmanın bedellerini, kurtların nasıl kılık değiştirmiş canavarlar olduklarını öğrenmiş olur. Bir daha da asla ormandan (içinden) gelen sese kulak vermez...
* * *
Bilmem bana hak vermeye başladınız mı? Bitmedi: Bir de şu "alternatif final"i dinleyin: "Avcı eve girip, kurtla kızı yatakta bulunca baltasına davranır. Ancak kızla kurt avcıya dönüp azarlarlar: "Seni seksist manyak... Sen ne hakla kadınlarla kurtların kendi aralarındaki bir sorunu baltayla çözmeye kalkıyorsun. Bizim bu sorunu bir erkek olmadan çözemeyeceğimizi mi sanıyorsun"?
Bu konuşmadan sonra anneanne, kurdun karnından dışarı fırlar, baltayı kaptığı gibi avcının kellesini uçurur. Sonra da kurt, anneanne ve Kırmızı Başlıklı Kız, kafa kafaya verip, ormanda karşılıklı saygıya dayalı yeni bir yaşam kurarlar.
Tahmin ettiğiniz gibi, bu da masalın feminist yorumu ve geçenlerde yayınlanan "Siz Hala Ananızın Masallarını mı Okuyorsunuz" başlıklı kitapta yeralıyor.
Masallarda süregiden bu "cinsel savaş"ı gördükten sonra şimdi oğluma masal anlatmaya korkar oldum.
Babalar Günü aşkına söyleyin, bildiğiniz "sağlıklı bir masal" var mı?   


1995'te yayınlanmış yazısı...