Sayfalar

26 Şubat 2016 Cuma

Küçük şeyleri dert etmeyin.... Ayşegül'ün hikayesi....

Slm,

başka söze gerek yok...

'Ameliyat olmayacağım, yatmayacağım'

"Ayşegül çok güzel bir köy kızıydı. Bana geldiler. Ablası çırpınıyor kardeşinin iyileşmesi için. Ayşegül ise bir köşede yüzü asık 'Ameliyat olmayacağım ben, yatmayacağım.' diyor..."



Bazı hikayeler vardır insanın tam boğazında kocaman bir yumru oluşmasına neden olur. Ayşegül'ün hikayesi de böyle
çünkü içinde insan onuru, manevi değerler, dayanışma, yardımlaşma ve bolca sevgi var. Tam 28 yıl çalıştığı İstanbul Tıp Fakültesi'nden bu yıl ayrılan Prof. Dr. Yeşim Erbil, son 20 yıldır da endokrin cerrahisi ile ilgilenen çok değerli kadın cerrahlarımızdan biri.
ADI AYŞEGÜL...

Uzun yıllar çalıştığı İstanbul Tıp Fakültesi'nde ise bir sürü hikaye biriktiren Prof. Dr. Erbil, hiç unutamadığı hastalarından bir tanesi olan 16 yaşındaki Ayşegül'ü anlattı:
2000'li yıllardaydı 16 yaşlarında bir kız çocuğu geldi. Adı Ayşegül. Boynunda kocaman bir kitle var. Ablası ile geldi.  Bana gelmeden önce pankreas kanserinden ameliyat oluyor. 1 sene sonra boynunda kitle çıkıyor ve pankreas kanserinin metastazı olduğu söyleniyor ve boyun kitlesi olduğu için bana gönderiliyor. Ablası da çırpınıyor kardeşinin iyileşmesi için.
Ayşegül bir kenarda öyle oturuyor, yüzü asık ve her şeyi reddediyor. "Ameliyat olmayacağım ben, yatmayacağım" diyor.
TEDAVİYİ REDDEDİYOR
Birkaç gün sonra ablası tekrar gelince sadece ikimiz konuştuk. O sırada öğrendim ki maddi durumları çok kötü olduğu için Ayşegül ablasına yük olacağını düşünüyor ve köyüne dönüp, tedaviden vazgeçmek istiyor. Ben de dedim ki zaten burada para vermeyeceksiniz, evraklarınız var, tetkikleriniz yapılıyor, sen getir anlatayım dedim. Ancak pankreas kanserinden daha önce ameliyat olduğu için otobüse binemiyor, dayanamıyor ve taksiye verecek kadar da paraları yok.
AYŞEGÜL İYİLEŞTİ TABURCU OLDU

Ben de ne yapacağımı şaşırdım ama ablası da çok küçük 20-21 yaşlarında kızcağız. Bir şekilde, rahat gidip gelmeleri için bir miktar verdim. Geldi, yatırdık, ameliyatını yaptık. Abla kardeş gibi konuşuyoruz, her geldiğinde boynuma sarılırdı, tedavisini oldu. Taburcu ettik. Ablasında kaldı bir süre daha taburcu olduktan sonra da. Sonra arkadaşlarla aramızda konuştuk Ayşegül için burs gibi bir şey ayarlayalım. Beslenmesi, rahatı yerinde olsun vs. diye. En son görüşmemizde sevinçliydi, kendisine alışveriş yapmış, simli, rengarenk bir etek ve bluz almıştı bize göstermeye geldi... Teşekkür etti, geldi, sarıldı ve köyüne döndü babasının yanına.
2 YIL SONRA ACI TELEFON

Uzunca bir süre sürekli irtibat halindeydik. 2 sene sonra ise pankreas kanseri tekrar nüksetti. Ayşegül çok güzel bir köy kızıydı. Yaşı da çok genç olduğu için sonuna kadar her şeyi yaptık. Kanser tedavisinden sonra 90 yaşında bir hastaya 5 yıl daha kazandırırsak mutlu oluruz. Ama 17 yaşında bir "çocuk" diyim onun için 5 yıl kazandırsak ne olacak hala o kadar genç ki... Bir de onun bu hastalık nedeniyle denizi görebilmesi, İstanbul'a gelmesi, gururu, tedaviyi reddedişi...
Sonra ablası aradı bir gün, "Bugün Ayşegül'ü defnettik" dedi. Dondum telefonda konuşamadım, kahroldum. Hiç unutamıyorum...
KÜÇÜK ŞEYLERİ DERT ETMEYİN
Benim hikayelerim kurtulma hikayeleri değil çünkü yüzünde minicik sivilce çıkıp da güzelliği için bir sürü para harcayan insanlara kızarım. İnsanların şükretmeyi bilmesi lazım. Beni katı zannederler ama benim ailemden de insanlar yakındığında "Mühim değil" derim. Bana da hiçbir şeyi önemsemiyorsun derler. Aslında öyle değil. Biz o kadar çok acı görüyoruz ki ufak tefek şeyler gerçekten önemsiz. Biz hastaları tedavi ederken, tedavi etmeye çalıştığımız tek kişi hasta olmuyor. Onun annesi, babası, kocası, karısı da hasta oluyor... Devlet hastanesi bile olsa hastaların gitmesi, gelmesi, nasıl beslendiği çok önemli. Bakıyorsun mesela hasta yatıyor 1 ay boyunca 70 yaşında eşi de sandalye tepesinde kalıyor. Bir de insanlarda tevekkülü de görüyoruz. Allah'ın takdiri diyerek, insanların teşekkür ederek gittiğini de bazen görüyoruz

http://www.hurriyet.com.tr/ameliyat-olmayacagim-yatmayacagim-40060122?_sgm_campaign=scn_a0045c9372750000&_sgm_source=40060122&_sgm_action=click

Sevgiyle kalın... 

25 Şubat 2016 Perşembe

Hata mı, kasıt mı? - Levent GÜLTEKİN

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun dediği gibi, “Ülke beka sorunuyla karşı karşıya.”
Bu aşamaya nasıl gelindiğini hepimiz biliyoruz. Yapılanlar, söylenenler… hepsi bütün dünyanın gözü önünde oldu.
Gazeteciler, yazarlar, akademisyenler… aklıselim herkes iktidarın Suriye meselesinde benimsediği politikalarla böyle bir felakete sürükleneceğimizi baştan beri yazdı, söyledi.
Aynen Gabriel Garcia Marquez’in ‘Kırmızı Pazartesi’ romanındaki gibi bir cinayetin işleneceğini kasabada herkes biliyordu ama kimse bir şey yapmıyordu. Ve sonunda katil herkesin bildiği o cinayeti işliyordu.
Türkiye’de de benzer bir cinayete tanıklık ettik. Fakat iktidar uyarılara kulak asmadı. “Yanlış yapıyorsunuz” diyen herkesi susturdu, dışladı. Düşman ilan etti.

Şimdi korkunç bir tabloyla karşı karşıyayız.

Bunca ‘yanlış’ peş peşe nasıl yapılır?

Tüm bunlar ‘iktidarın yanlışlarının sonucu’ diyerek geçiştiremeyiz.
Çünkü öyle işler yaptılar, öyle politikalar uyguladılar ki, iktidar kendi ülkesine zarar vermek isteseydi ancak böyle davranırdı.
Geldiğimiz noktada izah edilmesi gereken bir durum var.
Nasıl olur böyle bir şey? Bunca ‘yanlış’ peş peşe nasıl yapılır? Ülkeyi yönetenler, ülkenin çıkarının nerede olduğunu nasıl göremez?
Hadi diyelim ilk adımda göremediniz ikinci, üçüncü, dördüncü… yirminci adımda da mı göremediniz?
Politikalarınızın ülke aleyhine sonuçlar doğurduğu görülmeye başladığı halde niçin değiştirmediniz?
Üstelik kendi ‘yanlışlarınızın’ neticesinde ortaya çıkan tabloyu bahane ederek ülkeyi daha da büyük bir bataklığa sürüklemek istiyorsunuz.

Esas soru

“Türkiye’yi Suriye yapmak istiyorlar. Bu nedenle gerekirse savaşı bile göze almalıyız” diye akıl almaz bir bahaneyle ülkeyi ateşe atmaya çalışıyorsunuz.
Suriye’yi bu hale kim getirdi?
Savaşın en ateşli taraftarı, destekleyicisi siz değil miydiniz? Hatta müdahale etsin diye ABD’yi harekete geçirmek için çaba göstermediniz mi?
Suriye meselesini çözmek için yapılan uluslararası her toplantının sonuçsuz kalması için elinizden gelen her şeyi yaptınız.
Şimdi kalkmış “Suriye’yi bu hale getirenler” diye ipe sapa gelmez bahaneler uyduruyorsunuz.
Esas soru: Ülkeyi felakete sürükleyen bu politikaları kararlılıkla neden sürdürdünüz? Uyarıları, itirazları niçin dikkate almadınız?
Mesela gidişatı gören herkes “Savaşı körüklerseniz Suriye parçalanır. Parçalanırsa orada bir Kürt devleti kurulur” dedi, duymazdan geldiniz. Neden?
Üstelik tam tersine adeta Suriye parçalansın diye elinizden gelen her şeyi yaptınız.
Yeni koşullarda da PYD etkinlik kazandı.
Hem Kürtlerin bağımsızlığına zemin hazırlayan politikalar uyguladınız hem de PYD’yi bahane ederek ülkeyi yeni felaketlere sürüklemek istiyorsunuz. Niçin?
PYD Türkiye için tehlikeli bir oluşumsa onlara yapılan silah sevkiyatına niçin aracılık ettiniz?
Suriye’nin bölünmesini Kürtlerin devlet olmasını istemiyorsanız Suriye’nin bütünlüğünü koruyacak tek formül olarak görülen Esad’lı geçişe niçin karşısınız?
Kaldı ki Suriye’de Kürtlerin özgürlüklerini kazanmasından size ne? Niçin rahatsız oluyorsunuz? Irak Kürdistanı ile dost oluyorken Suriye Kürtlerini niye düşman görüyorsunuz?
Hem PYD’yi istemiyorsunuz hem de Suriye’nin bütünlüğünü koruyacak Esad formülüne karşısınız.
Nasıl oluyor bu? Hangi akıl, hangi mantık bu yaptıklarınızın basit bir hatadan ibaret olduğunu söyleyebilir?

Bu kadar cahil olamazsınız

Sadece dışarıda değil, yangını büyüten ‘yanlış’ politikaları içeride de inatla sürdürdünüz.
Mesela barış süreci.
Herkes, “Ortadoğu giderek karışıyor. Eğer barış sürecinde süratlice yol kat etmezseniz bu mesele içinden çıkılmaz bir hal alacak” diye adeta size yalvardı.
Fakat kimseyi dinlemediniz.
Demokratik hak ve özgürlükleri sağlayacak, barışı tesis edecek tek bir somut adım atmadınız.
PKK’nın şehirleri silah deposuna çevirmesini beklediniz.
O dönemde “PKK şehirlerde silah depoluyor” diye uyaranları ‘Barış sürecini bozmak istiyor’ diyerek linç ettiniz.
Sonunda olan oldu çatışmalar yeniden başladı.
Şimdi “PKK ile mücadele ediyoruz” diyerek yakıyorsunuz, yıkıyorsunuz, bodrum katlarında insanları katlediyorsunuz.
30 yıllık tecrübe bize gösteriyor ki çatışmalardan kazançlı çıkan yalnızca PKK.
Buna rağmen bu yaptıklarınızın PKK’ya yaradığını göremeyecek kadar cahil olamazsınız.
Tüm bu politikalarınızla Suriye’de PYD’yi, Türkiye’de PKK’yı büyütmek için özel bir gayretiniz var gibi. Diğer taraftan bunların güç kazanmasını bahane ederek ülkeyi yeni felaketlere sürüklüyorsunuz.

Türkiye kaybederken, siz hep kazanıyorsunuz

Tüm bu yaptıklarınızı ‘yanlış politika’ ile açıklayamayız. Çünkü hiçbir iktidar kendi ülkesine zarar verecek bu kadar yanlışı peş peşe yapamaz. Üstelik sonuçlarını gördüğü halde ‘yanlışta’ bu kadar ısrarcı olamaz.
Sizinkisi başka bir şey.
Durup durup arı kovanına çomak sokuyorsunuz. Sonra da ülkeye saldıran arılarla kavga ediyorsunuz. Bu arada insanlar ölüyor. Ülke yara alıyor.
Fakat ilginç bir durum var: Türkiye kaybederken, siz hep kazanıyorsunuz.
Türkiye adım adım beka sorunu yaşayan bir ülkeye dönüşürken siz zaferlerinize zafer katıyorsunuz. Nasıl oluyor böyle bir şey?
Nedense bütün hesapsızlığınız, öngörüsüzlüğünüz ülke çıkarı konu olduğunda tutuyor. Kendi çıkarınız mesele olduğunda siyasi deha kesiliyorsunuz.
Seçim kazanmaya, şeytana pabucu ters giydirecek türden siyasi hamleler yapmaya aklınız yetiyor da ülkenin çıkarlarının nerede olduğunu görmeye yetmiyor, öyle mi?
Hakikaten ne istiyorsunuz bu ülkeden? Ne alıp veremediğiniz var?
Bunca kötülüğü niçin yaptınız? Niçin yapıyorsunuz?
Siz sevgiyle kalın....

24 Şubat 2016 Çarşamba

İyi Psikolog - Noam Shpancer

Slm,

bir nefeste bitecek bir kitap daha....



























Sevgiyle kalın...

Meğer "mutlu" ve "umutlu" ymuşuz de haberimiz yokmuş. Türkiye'nin % 56'si mutlu... Peki siz?

Slm,

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2015 yılına ilişkin "Yaşam Memnuniyeti Araştırması" sonuçlarını açıkladı.

Mutlu olduğunu beyan edenlerin oranı araştırmaya göre, 
2014 yılında yüzde 56,3, 2015 yılında yüzde 56,6 oldu. 
Mutsuz olduğunu beyan edenlerin oranı;
2014'te  yüzde 11,7 den 2015'te  yüzde 11,4’e düştü. 
Kadınlarda mutluluk oranı, 2014'te yüzde 60,4 iken, 2015'te yüzde 60,2’ye geriledi. 
Erkeklerde bu oran yüzde 52’den yüzde 52,9’a yükseldi.
araştırma bunu diyor.
Anket sonuçları sizi de şaşırttı mı? 
Sormadan edemiyorum. 
Biz öldükçe, öldürüldükçe, fakirleştikçe, perişan oldukça, perişan ettikçe mutlu olan bir toplum muyuz? 
Rüyalar aleminde yaşadığımı anladım. 
Uyanma vakti. Mesela ben bu yıl 2. Güneydoğu gezi turuna katılmak veya Karadeniz turuna çıkıp özellikle Artvin'i ziyaret etmek istiyorum.  Para, huzur, mutluluk, barış, sağlık herşey gani gani. Keyfimiz tavan maşallah,  nazar değmesin..
Sevgiyle kalın..

2 Şubat 2016 Salı

"Savaş geldiğinde ilk zaiyat gerçekler olur"

Yılmaz Odabaşı'dan Can Dündar'a ...

Bu yazı aynı zamanda Türkiye'nin tarihine de bir ayna tutuyor.
Kronik yaraları kapanmayıp aksine sürekli  kronikleşecek yaralar açtığımız Türkiye'nin tarihi aynası... Döngü hep aynı;

Türkü yine o türkü sazlarda tel değişti,
Yumruk yine o yumruk bir varsa el değişti...

Şimdi ilgili makale;

80’lerden itibaren, Yankı dergisinden bugüne gazetecilik, yazarlık serüvenini otuz yılı aşan bir süre özenle izlediğim senin ilk kez büyük bir kapatılmaya maruz kaldığına tanıklık etmenin burukluğuyla yazıyorum...
Bana yazdığın bir e-postada:
“Yan yana değilse de birlikte yaşadık sayılır onca yıl” demiştin ve şimdi ben, cezaevinden yazdıklarını özdeşleşerek okuyor, bu süreci adeta seninle “yan yana değilse de birlikte” yaşıyorum kardeşim.
Edward Said şöyle diyor: “Düşünceyle arası zaten hiçbir zaman hoş olmamış bu topraklarda, son zamanlarda düşünceyi ve onu cisimleştiren, entelektüeli ‘terörize eden’, doğrudan doğruya ‘vatan hainliği’ ile damgalayacak kadar pervasızlaşan bir zihniyet egemenliğini kurmuş durumda. Milliyetçi ve dinsel fanatizm, kendisinden başkasına düşüncesini ifade etmek bir yana, yaşama hakkı bile tanımıyor. Sevme hakkını kendi tekeline alıyor...”
Bir kez daha vurgulanmalıdır ki, bu ülkeyi olduğu gibi, seni de anlama, sevme hakkımızı hiçbir siyasal iktidar, hiçbir güç bizden asla alamaz!
Çok kalabalıksın
Bilirsin, 12 Eylül’den itibaren 90’ların sonuna dek yazdıklarım, söylediklerim için hayli cezaevi dolaşmıştım. O yıllar bizi mahkûm eden yargıçlar, şimdi rutubet kokan evlerde unutulmuş birer emekli, o yılların siyasal liderleri mezarlıklarda, o dönemin ANAPDYP- DSP gibi siyasal partileri ise siyasal tarihimizin çöplüğündeler.
Fakat örneğin, 1995’te “Yalanlar Seferi” başlıklı makalesi için dönemin siyasal iktidarının linç ve hışmına maruz kalarak yargılanan Yaşar Kemal’in ya da seksen yaşında cumhurbaşkanına hakaret iddiasıyla mahkeme önüne çıkarılan Can Yücel’in adları anıt gibi... Zamanın vicdanında senin de adın, basın tarihimizde senin de yerin bembeyaz rezerve edilmiş duruyor. İçeride en büyük avuntu, hayatın dışına atılmadığını, yani yalnız olmadığını bilmektir.
Unutmamalısın ki, çok kalabalıksın Can. Dışarıda bütün duyarlı insanların gözü, kulağı üzerinde. Öyle sanıyorum ki, mahkûmiyet yıllarında ilgi ve duyarlık bakımından üstad Nâzım Hikmet bile senin kadar kalabalık olmamıştır. Haklılar güçlüdür, demiştin sen.
Topluma saygın...
Herkesin bir muhakeme yetisi olduğuna inanılıyorsa, sakınılmadan paylaşılabilmeliydi gerçekler; herkesin kendi vicdanında iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı ayırt edebilmesi için sunulabilecek bir olanak olurdu bu.
Ama toplumun sürü olduğunu düşünenler için, elbette saklanmalıydı gerçekler; zira sürünün, çoğu zaman işittiği her kavalın peşinden gideceğine inanılır.
Senin suçun, toplumun sürü yerine konulmasına rıza göstermemek ve toplumun gerçeği bilme hakkına saygılı olmaktı sadece.
Bu yüzden onlar güçlü, ama sen haklısın. Güçlü olmak başka, haklı olmak ise başka şey...
‘Maçları biz alıyoruz’
Geçmişte bazen kitaplarımı toplatıp bana dokunmadılar, bazen de beni toplatıp kitaplarıma dokunmadılar. Biz toplatıldığımızda, yazdıklarımız binlerce insanın algısında ve kalplerindeyken, onları nasıl toplatacaklar?
Bu yüzden yazıyı ve gerçeği hiçbir zaman yenemezler! Gerçekleri yazanları ortadan kaldırsalar bile, gerçeği yazanların imgesini kalplerden, gerçeğin kendisini ise hayatın içinden söküp atamazlar!
Bu yüzden öyle sanıyorum ki, bu maçları hep biz alıyoruz Can...
Dere değil, okyanussun
Biliyorum orada her gece öksüz bir çocuk gibi iniyor. Dışarıdan mektuplar, sesler geliyor. O mahzun avlularda günler ölüyor. Biliyorum, şimdi orada bu ülkenin ahvâline kalbin acıyor...
Bir zaman: “Oysa dünya ne geniş, koğuşum dardı/Bıraksalar martılarla randevum vardı” diye yazmıştım bir cezaevi koğuşunda. Sonra çıktım, bütün randevularıma yetiştim. Sen de yetişeceksin. Sadece biraz rötar olacak Can.
2009’da bir yazışmamızda aynı kuşaktan iki yaşıt olarak: “70’li yıllardan bugüne dair uzun bir sohbet yapalım. İçinde Fenerbahçeli Cemil’den Muhammed Ali’ye, Semiha Yankı’dan 12 Eylül’e senin Ankara’dan, benim Diyarbakır’dan tanıklık ettiğimiz her şey olsun. En azından bunu emeklilik günlerine denk getirelim” dediğimde; “Üstadım, bizim gibiler için emeklilik olur mu? Bir nehre akacak kadar söz birikmiş midir; belki dere hacmindeyimdir daha” diye yazan anlamlı tevazuna dair şimdi demeliyim ki: Sen dere değil, bir okyanus hacmindesin artık...
‘Büyük sular büyük gemileri sever
Sen, sadece bir gazeteci değil, çok iyi bir yazar, iyi bir belgeselci, başarılı bir TV programcısı ve sıkı bir entelektüel olarak bu ülkenin şansı olan adamlardan birisin. Ama ne yazık bu ülke, şansı olan insanlara yara bere içindeki hafızasında hep böyle davranmıştır, bilirsin...
Edip Cansever’in bir dizesidir: “Büyük sular büyük gemileri sever...” Tıpkı büyük görevlerin büyük gazetecileri sevdiği gibi.
Sen büyük sularda, yani bu ülkenin yazgısında, süren yangınında vicdanı ve cüretiyle büyük bir görev ifa etmiş koca bir gemisin ve güvertende kalpleri seninle birlikte çarpan yüz binlerce yolcu var...
Erdem Gül’e de çok selam! Seni saygıyla, içtenlikle kucaklıyorum...

Keşke katil olsaymışız - Can Dündar


....................

Kim tutuklu - kim tutuksuz

Keşke katil olsaymışız
Sadece kalemi ele alıp yazı yazdığımız, haber yaptığımız için tutukluyuz ve iki kez müebbet (yetmedi 30 yıl da bonus) cezamız isteniyor ya..
Kimler tutuksuz yargılanıyor, diye merak ettim.
Bakın kimlerden daha tehlikeli durumdayız:

1 Talihsiz bir tesadüfle Ahmet Hakan’ı dövenlerden son tutuklu sanık da önceki gün salıverildi. Bir gazeteciye topluca saldırmak, tutukluluk gerektiren bir suç değil.
2 Sedat Peker tutuksuz çünkü Akademisyenlere “Oluk oluk kanlarınızı akıtacağız, kanlarınızda duş alacağız” demek, tutuklanma gerektiren bir suç değil.
3 Hrant Dink soruşturmasında “İhmalle kasten öldürmeye sebebiyet verdikleri öne sürülen” Engin Dinç, Reşat Altay, Ahmet İlhan Güler tutuksuz. Bu Emniyetçiler ve istihbaratçılar gibi azmettiricilikle suçlanan Erhan Tuncer de tutuksuz yargılanıyor.
4 Ankara ve Suruç katliamları başta olmak üzere 5 ayrı eylemden sorumlu tutulan İlyas Aydıntutuksuz yargılanıyor. Bizim “örgüt üyeliği”miz yok, Aydın “örgüt lideri” olmakla suçlanıyor.
5 Torunlar inşaat kazasında taksirle 10 kişinin ölümüne sebebiyetle suçlanan 25 sanık da serbest. Hepsi tutuksuz yargılanıyor.
6 Hani Armutlu’da gencecik bir kızı, evini bastığında annesinin, babasının, ağabeyinin önünde göğsünden vurup öldüren polis vardı ya... O da tutuksuz yargılanıyor. Ama Dilek’in ailesi tutuklanabilir. Çünkü onlar için “Polise mukavemet”ten soruşturma açıldı.
7 Malatya’da biri Alman üç kişiyi boğazlarını keserek öldüren beş kişi, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.
8 Fenerbahçe kafilesini taşıyan otobüse düzenlenen silahlı saldırının iki şüphelisi de tutuksuz yargılanıyor.
9 Dündar Kılıç’ın torunu, bir işadamını öldürmekten yargılanırken salıverildi; dışardayken gittiği restoranda bir çalışanı yaraladı, ifade verip serbest bırakıldı. Bu sefer de manken sevgilisini öldüresiye dövdü; halen serbest.
10 Soma’da 301 cana mal olan maden faciasında yargılanan 46 kişinin sadece 6’sı tutuklu. Bu 6 kişinin acilen salıverilmesi bekleniyor.

Sevgiyle kalın...