Sayfalar

29 Temmuz 2016 Cuma

Sen ne büyükmüşsün ATATÜRK! - Ahmet Hakan

Vallahi şapka çıkardım..



Sevgiyle kalın...

Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir - Can Dündar

Bir uçurumun kenarından döndük.
Darbeciler kazansaydı:
Bombaladıkları Meclis’i kapatacaklardı.
Sıkıyönetim ilan edip ellerindeki listelere göre kendilerine yakın komutanlar, rektörler, valiler, hâkimler atayacak, hukuku ayaklar altına alacaklardı.
Bir cadı avında darbeye direnen herkesi hapse atacaklardı.
Kendilerinden olmayan yayınları yasaklayacak, gazetecileri tutuklatacaklardı.
Avrupa’yla ilişkileri askıya alacak, idam sehpaları kuracak, kötü muamele ve işkenceye yeniden başlayacaklardı.
Müdahale sırasında ölen darbeciler kahraman sayılacak, darbeye direnenler “Hainler Mezarlığı”na gömülecekti.
Boğaz Köprüsü’nün adı, halka sorulmadan değiştirilecek, “Yurtta Sulh Köprüsü” olacaktı.
***
Çok şükür ki kazanamadılar.
Hükümet son anda uyandı, halkı sokağa çağırdı. Darbeyi şiddetle bastırdı.
Sonra?
Hemen OHAL ilan edip Meclis’i atlayarak kararnamelerle ülkeyi yönetme yetkisi aldılar.
Darbecileri cezalandırma adı altında başlayan cadı avında ellerindeki listelerden muhalif saydıkları subayları, akademisyenleri, mülki idare amirlerini, hâkimleri içeri alıp kendilerine yakın kadrolar atadılar.
Gazeteleri kapattılar, gazetecileri gözaltına aldılar. İşkence izleri ekrana yansıdı. Öldürülen darbeciler için “Hainler Mezarlığı” açıldı; direnirken ölenler şehit sayıldı.
Cumhurbaşkanı, “İdam cezası önüme gelirse onaylarım” dedi. Avrupa, bu gerçekleşirse üyelik görüşmelerinin duracağını açıkladı.
Ve Boğaz Köprüsü’nün adı, halka sorulmadan değiştirildi:
“15 Temmuz Şehitleri Köprüsü.”
***
Tamam, arada önemli bir fark var:
Biri seçimle gelmiş bir hükümet; öbürü silah zoruyla iktidar olmaya çalışan bir çete...
Bize düşen, her zaman darbeciye karşı seçilmişin hakkını savunmaktır.
Ama ya seçilen, kendisini iktidara taşıyan demokrasiyi hiçe sayarak Meclis’i bertaraf ediyor, yargıya, medyaya, üniversiteye, sermayeye el koyuyorsa?
Fırsattan istifade daha da despotik bir rejime hazırlanıyorsa?
Bu durumda, “Demokrasi bayramı kutluyoruz” diye meydanları dolduranların, “Dur bakalım, biz bunun için mi yattık tankların önüne” demesi gerekmez mi?
Bu sonucu öngördüğü için “şenliğe” ortak olmayanları suçlayabilir miyiz?
Darbe gecesi saldırıya uğrayan Alevi mahallelerindekilere “Salayı duyduğunuz halde niye bayramı kutlamadınız” diyebilir miyiz?
Birlik beraberlik havasıyla, “İdam isteriz” nidaları ve mehter marşları eşliğinde yürünen felaketi gözardı edebilir miyiz?
***
“Askeri dikta mı, polis devleti mi? Seç birini” diyorsanız, benim tercihim (c) şıkkı olur:
Hiçbiri!
Darbeciyle aynı safta görünmeme kaygısıyla, böyle katı bir otoriterleşmeye, hukuksuzluğa, cadı avına, idam hazırlığına göz yumarsak, demokrasiyi dualar eşliğinde gömmüş oluruz
Darbenin panzehiri sivil darbe değildir.
Darbenin panzehiri, yargının bağımsız, medyanın hür, Meclis’in devrede olduğu, diktanın değil, çoğulculuğun savunulduğu, kin ve intikam duygularının karşısına sağduyunun konulduğu, idam sehpalarının değil, diyalog köprülerinin kurulduğu ve köprülerin adının hep birlikte konulduğu bir özgürlükçü demokrasidir.
İzzetbegoviç’in efsane teşhisiyle bitirelim:
“Savaş, ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir.”
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/576003/Dusmanina_benzeyen_savasi_kaybeder.html 
Sevgiyle kalın....

28 Temmuz 2016 Perşembe

Türkiye'nin dahi bilim insan Halil İNALCIK vefat etti.

Prof.Kafadar;
Acımız tarifsiz. Türkiye, 20’nci yüzyılda yetiştirdiği en büyük bilim insanlarından birini yitirdi. Hem dünya 20’nci yüzyılın- Hangi evrensel standardı uygularsanız uygulayın- en değerli âlimlerinden birini yitirdi. Kaç kişi için, ‘abartıyor’ dedirtmeden, bu iki cümleyi arka arkaya koyabiliriz? Halil Bey, çağdaş Türk tarihçiliğindeki en derin damarın, geçen yüzyılda milli tarih yazma çabalarıyla birlikte evrilen, önceleri (Hocası M. Fuad Köprülü üzerinden) Durkheim’cı, sonra Weber’ci ve hatta kısmen Marksgil sosyoloji ile ilintili bir toplumsal tarihçiliğin en özgün, en yetkin ve en derinlikli temsilcisidir. Bir yandan Osmanlı siyaset dünyasını hem sosyal, hem fikri boyutlarıyla irdelemiş, yarım yüzyılı aşkın bir süredir ufuk açıcı niteliğini yitirmeyen orijinal yorumlar getirmiştir. Bir yandan da, en önemli tarih ekollerinden Annales Okulu ile Barkan’ın başlatmış olduğu muhavereyi (Diyalog) ileriye taşımış, bilhassa iktisat tarihi çalışmalarında çığır açmıştır.
‘Kuşatıcı’ bir perspektif
Ancak bunlar bile, onun kuşatıcı perspektifini yeterince yansıtmaz. Bırakın Osmanlı sahasını, hem iktisat, hem düşünce, hem siyaset, hem kültür üzerine yazdığı birbirinden değerli makale ve kitaplarıyla, dünyada herhangi bir sahayı bu denli ihata eden (Kuşatan) ve etkileyen çok az örnek bulabilirsiniz. Kendisini şu veya bu şekilde Halil Bey’in öğrencisi sayanlar, yani doksan yaşının altındaki handiyse bütün Osmanlı ve Türklük tarihçileri bilirler: Onun yazdıklarını ve etkilerini çıkarın, Osmanlı tarihi dediğimiz külliyat çok yoksul kalır. Âlim yanını çok takdir ettiği Paul Wittek’i ziyaret etmiş ilk Londra seyahatinde.
O karşılaşmadan bir anısını birkaç kere anlatmıştır önemsediği için. Genelde kimseleri beğenmeyen, sertliğiyle bilinen Wittek, İnalcık’ın yazdıklarını satır satır okurmuş meğer. Bu genç Türk akademisyene “Bir uçak mühendisi düşünün” demiş, “Uçak sefere hazır mı diye teftişe çıktığında ‘Her şey yolunda ama, üç beş vida sallanıyor, kaç bin vida var, varsın bunlar sallansın, uçak hazırdır’ diyebilir mi? Sizin eserlerinizde böyle savrukluklara yüz vermeyen bir dakiklik görüyorum.”
Halil Bey etkilenmiş, “Bizim işimiz de uçak mühendisliği kadar ihtimam ister” derdi, “Her bir virgül, her bir dipnotu, her bir kelime yerli yerinde olmalı, yoksa ciddiye alınmayız.” Almazdı da. Müşkülpesent değil, titizdi. Çünkü işini- yönteminden imalasına bütün ayrıntılarıyla ciddiye alan, sahici, has, tavizsiz, kendi cevherine sadık bir bilim insanıydı. Takdir edilmeyi severdi, isterdi, ama her kalıcı bilimsel başarının ardında emek ve dürüstlük olduğu gerçeğine uygun yaşayan hoca, sık sık karşılaştığı yağcılıklardan hoşlanmaz, hatta lafını esirgemezdi, bu konuda çok mustarip olduğunda kullandığı ‘mütebasbıs’ (Yaltakçı) kelimesini ben ondan öğrendim.
Kendini tazeleme becerisi
Seksenli ve doksanlı yaşlarında yepyeni konulara ve yaklaşımlara yelken açması, başarılarıyla mesleklerinin zirvesine ulaşmış bilim insanlarında nadiren görülen bir kendini tazeleme becerisidir. Belki de yüz yıllık ömrün sırrı buydu. Onu hem âlim, hem insan yanlarıyla tanıyan her birimizin hocaya ‘ama’ demek istediği anlar olmuştur. Ama yine her birimiz, o ‘ama’ anlarında dahi, Halil Bey’in özel bir gezegende, sitem ve serzenişlerin hükmünün geçmediği bir âlemde, sahalarının kutbu olmuş bilim insanlarının arasında, dünyanın çamurundan münezzeh (Temiz ve uzak) bir mekânda yaşadığını, oradaki malikanesini çalışarak kazandığını bilirdik, biliriz. Osmanlı tarihi dediğimiz okyanusun en usta kılavuzu, en kâşif kaptanını kaybettik. Dünya tarihi dediğimiz uçsuz bucaksız ummana giden yolları da o açmıştır. Allah gani gani rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun. (Cumhuriyet Gazetesi'nden alıntı)
ayrıca
http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/taha-akyol_329/halil-inalcik_40172864

http://aynurunaynasi.blogspot.com.tr/2013/06/tarihcilerin-kutbu.html
Sevgiyle kalın..

27 Temmuz 2016 Çarşamba

İster inlerine girin, ister cinlerine… Temel mesele buyruk-kuyruk zihniyeti! - Umur TALU

23 değil 3 Nisan’dı. Genelkurmay “darbe” konusunda “çok sert” bir açıklama yaptı. Bir Havuz gazetesi şu başlıkla vermiş o zaman:
“TSK’dan darbe heveslilerine tokat gibi yanıt!”
Genelkurmay “tokat”ta demişti ki:
“TSK’da disiplin, mutlak itaat ve tek emir komuta esastır. Hiçbir yasa dışı, emir komuta hiyerarşisi dışı oluşum ve-veya harekete taviz verilmesi söz konusu değildir.
Bazı medya organlarında hiçbir dayanağı olmadan yapılan haber ve yorumlar hakkında, hiçbir hukuki, insanî, aklî dayanağı olmayan, basın etiğinden uzak, haddini aşan haber ve yorumları yapanlar hakkında suç duyurusunda bulunulmuştur.”
Başbakan Davutoğlu ise, “Bu açıklama hem benim iznimle yapılmıştır, hem de bu açıklamanın arkasındayım” diyecekti.
Fakat “yasa dış, emir komuta hiyerarşisi dışı hareket”i Başbakan olarak göremeden görevden gidecekti.
 ***
 Başbakan Yıldırım, iktidar partisi il başkanlarına, “Toplumsal mühendisler, demokrasiye ayar yapmaya çalışanlar AK Parti’den sonra işsiz kalmışlardır. Korku ve karamsarlık yok olmuş, yerine umut gelmiştir” dediğinde 13.07.2016’ydı.
15.07.2016’dan iki gün önce!
***
 İki gün sonra anladık ki, “işsizlik” ne kelime, general, albay, çeşitli kademede asker, polis olarak “yasa dışı, emir komuta dışı silahlı işleri” varmış.
................ 
***
 Belki de “toplumsal mühendisler, demokrasiye ayar vermeye çalışanlar” işsiz sanıldığı için…
15.07.2017’de onca general, yüzlerce subay ve emirlerindeki astlar birçok karargâhta “demokrasiye ayar” ne kelime, “infaz”a hazırken, MİT ancak şüphelenmiş ama Genelkurmay’ın önce hiç haberi yok.
Genelkurmay’da bu şüphe üzerine oturulmuş, konuşulmuş, emirler verilip çay içilmiş. Belki çaylar da yaverlere, emir subaylarına söylenmiştir!
Şimdi dediklerine göre, hava sahasından tank sahasına, çok sayıda tedbir emri de verilmiş.
Öylece saatler geçmiş.
Sonra… Cumhurbaşkanı ancak akşam vakti “eniştesi”nden duymuş darbe girişimini; Başbakan da kendi deyişiyle “oradan buradan.”
İnsan Genelkurmay’ın, MİT’in, birbiriyle bu kadar konuşurken neden bu kadar sır tuttuğunu merak ediyor.
Diyorlar ki yeterince kanıt yoktu.
Öyle ya, gariban bir astı kovmaya gelince, oda hapsine atarken, maaşını keserken, ahlaksızlıkla, aşırı borçlanmayla suçlarken, yargılamadan onca ceza verirken hep çokyeterli kanıt oluyordu!
Ya darbe girişimine dair istihbaratı ve darbecileri küçümsediler…
Yahut hakikaten “toplum mühendisleri, demokrasiye ayar yapmaya çalışanlar işsiz kalmış” sanıyorlardı!
Bir de takdir bekliyorlar.

***

Her yıl milyarlarca dolar yatırılan 700 bin kişilik devasa ordunun en yüksek komuta merkezindeki en büyük tedbir ve hazırlığın, en kuvvetli korumanın, Genelkurmay Başkanı’nın darbecilere sarf ettiği “çok ağır laflar”dan ibaret olmasına şaşıyor insan.
.................
Fakat nihayetinde, Genelkurmay Başkanı, yine kendi ifadesiyle, kendisini kaçıranlar karşısında şunla baş başa kalıyor:
“Nereye gittiğimizi söylemediler. Ben de sormadım.”
 ***
 Birey olarak esasında hepimizin temel meselesi bu.
“Nereye gittiğimizi pek sormuyoruz.”
Sorsak, biraz bilirdik!
 ***
 Onca çocuk, sonra genç, derken koca koca adamlar, onca kurmay eğitimiyle de filan; “nereye gittiğimizi sormadan” bir şahsa “iman ve itaat” etmiş.
Akıl ve vicdan tutulması, ancak böyle mümkün olabiliyor zaten.
Bunu ister inlerine girerek, ister cinlerine girerek izah edin; temel mesele bir otoriteye, buyruğa boyun eğilmesidir.
Sadece sinsilikle, gizlenmekle, yok ara sıra içki içmeleriyle, cinleriyle, çipleriyle, muskalarıyla açıklarsınız ama açıklamaz.
Ancak “cuk oturmak”la açıklamanız lazım.
Çünkü “bir otoriteye boyun eğenler” ancak başka otoritelere de boyun eğilmesini dayatan organizmalarda yer bulabilir.
İsterseniz kısaca “devletimiz ve her yanımız” diyebilirsiniz.
Nitekim devletimiz ve iktidarımız da “otoriteye biat-itaat edenler”i bilhassa yargıda, poliste, bürokraside, eğitimde, hatta iktidar partisinde onca yıl“istihdam” etmeyi “kazayla” değil, taammüden becermiştir!
“Otoriteye karşı, türlü çeşitli darbecilik” yapana kadar!
 *** 
“Laik” terkip ve tertipteki TSK ile cumhuriyetçilik formatından milliyetçiliklere, inanç anlayışlarımıza, devletin tüm yapısına, 14 yıllık iktidarın her kapısına, eğitim müfredatına,  askerlik raprapına, Emniyet ve bürokrasideki, hatta piyasadaki otoriterliğe kadar…
Ağa, paşa, reis, patron, amir, lider, baba, başkan, örgüt başkanı, hoca, koca buyrukları ve “otoriterlikleri”nden müteşekkil gündelik siyasi, askeri, sivil, ailevi, dini, mesleki hayatlarımız işte!
Bir otoriteye kafadan kafa eğmeyenler; dik durmasını, itiraz etmesini bilenler, bunu aklının, vicdanının, muhakemesinin esası yapanlar ne bu otoriter sistemlerde barındırılır, ne de huzurla boyun eğip yaşar!
 “Kaz adımları” ile yürütenlerin önce adımlara değil, kazlara ihtiyacı vardır.
Çobanlığa soyunan varsa, koyunlar olduğu içindir. Koyun yoksa çoban yoktur.
Buyrukçu için kuyrukçu şarttır.
Onların kazcılığı ve faşizanlığına karşı da, başka otoriter kurumlar ve durumlar ancak “konjonktürel karşıt” olur; “bambaşka, kökten farklı demokratik zihniyet”değil.
 “Otoriteye itiraz etmeyin” diyenler, esas gizlenerek, gizleyerek değil; otoriteye boyun eğdiren sistemlerde boyun eğerek yola çıkar. Belki bir “darbe gecesi”ne kadar.
O yüzden, bugün kimi “ahmaklık”la açıklasa da, iktidar ile “Fetö” dediğinin yıllarca uyum içinde olması, tamamen “otoriterlik uyumu ve mutabakatı”dır.
Onca “Cemaat mensubu ve medyacısı”nın yıllarca iktidarı, liderini övmesi… Onca“iktidar mensubu ve medyacısı”nın yıllarca cemaati, hocasını övmesi gibi.
Karşılıklı otoritelerin (gönülden veya takiyye ile) kabulü!
İşin özü ahmaklık değil, yanılma değil; bu farkındalıktır!
Bunca insanın devlette kendine yer bulması, devletteki yerlerin otoriterliğe aykırı olmaması, kendilerinin de bu otoriter düzenimize münasip bulunması sayesindedir.

***

Yıllardır “iç savaş”ından korkulan millet yerine, yıllardır “devlette iç savaş”izliyoruz.
“Laik-muhafazakâr” derken, “muhafazakâr-muhafazakâr.”
“Darbenin terörizmi” de devlette iç savaş üzerinden muhtemelen millette iç savaş hesapladı.
Nasıl daha önce devletin (ve milletin) sahipleri onu kaptırmamak istemişse; demokrasi, halk iradesi diyenlerin temel derdi de devleti ele geçirmek oldu.
 “Devletin baskı aygıtı olarak yok oluşu” gibi bir idealden yola çıkan kimi sosyalizmin de, otoriterlikle “baskıcı devletin zirvesi”ne varması odur tarihte!
Konumuz bu sonuncular değil zaten.
Konumuz şu, çocuklar:
Bir aklınız, bir kalbiniz, bir vicdanınız, hepsinden müteşekkil muhakeme kabiliyetiniz varsa; az olun ama kaz olmayın.
Kimseye boyun eğmeyin ki eğdirmemeyi de öğrenin!
Bunun ters istikametlisi de olabilir: Eğdirmemeyi öğren ki, boyun eğme! Aynı yere çıkar:
İnsan haysiyetine, insan hakkına, insanın hakikatine…
Özgürlüğe ve başkalarının da özgürlüklerine.

Şii Hazaralı'ların Türk olduklarını biliyor musunuz?

TV'de izledim.
IŞİD, Kabil'de  intihar saldırısı düzenledi: 61 ölü bazı kaynaklar 80 diyor.
Saldırıyı IŞİD üstlendi.
Hazaralar, bölgeye çekilen yeni elektrik hattının kendilerinin yaşadığı kentlerden geçmemesini protesto ediyordu.

İlk defa duydum Şii Hazaralıları, kimmiş bunlar diye bir bakayım dedim. 

Hazaralar
Toplam nüfus
yaklaşık 3,5 - 4 milyon
Önemli nüfusa sahip bölgeler
Afganistan2.870.000
(tahmin. toplam nüfusunun %9)[1]
İran1.567.000
(savaş mültecileri hariç)[2]
Pakistan956.000[3]
Kanada7.200[4]
Diller
Farsça
(Hazaragi ve Dari lehçeleri)
Din
İslam (çoğunluğu Şiâ)
İlgili etnik gruplar
İranî halklarAymaklarHalhalar
HazaralarAfganistan nüfusunun yaklaşık %9'unu oluşturan halk. Kökenlerinin Cengiz Han döneminde bölgeye gelen Moğollara dayandığı sanılmaktadır.
Hicri 3. ve 4. yüzyıla ait tarih ve edebiyat metinlerinde Hazaralar, Garçe Türkleri olarak zikredilmiştir. Dr. Cavit ve Ömer Salih’e göre Hazaralar, Moğollardan önce Garze (Garçe) olarak bilinmekteydiler. Hazaralar, Moğol kavimlerine mensupturlar. Gur hükümdarları da bu kavimdendirler. (Hac Kazım Yezdani, Defâi Hazaraha Az İstiklal ve Tamamiyeti Arzi-yi Afganistan)
Hazaralar, Şiî inancına sahiptirler. Yoğun olarak Bamyan'ı da içine alan Hazaracat veya Hazaristan bölgesinde yaşarlar.
Hazaralar, Afganistan’da yaşayan ve nüfusları %35’ e varan, haklarında çok fazla bilgi sahibi olunmayan, fakat Afganistan’ın en büyük Türk oymaklarından biridir. Uzun süre İran dilinin hakim olduğu bir bölgede yaşayan, okumalarına izin verilmeyen, belli bir dönem sadece köle muamelesi gören, çocuklarını köle pazarlarında satılığa çıkarmak zorunda bırakılan, asimilasyon projesi sonucunda kendi dilleri ve adetleri unutturulan, Farsça’nın bir lehçesi olan Dari dilini konuşan, bölgede yaşayan diğer topluluklara göre hamallık, lağımcılık, çobanlık gibi işlerde çalışan ve cahil diye nitelendirilen bir topluluktur Hazaralar. Geçimlerini genelde hayvancılıkla sağlayan halk, gördükleri sayısız işkence ve zulümlere karşı yılmamış, bir olmayı başarabilmişlerdir
okuyabilirsiniz...
Sevgiyle kalın...

Cemaati düşman gören İslamcılara - Levent Gültekin

İslamcılar olarak insani ve toplumsal ilişkilerde, ticarette ve siyasette, ‘dindarlığı’ referans alarak sorunları çözeceğinizi düşünüyordunuz.
Meselelere yaklaşımınızda liyakat değil, dini ritüeller esastı.
İyi insanı değil, en çok dindarlık taslayanı el üstünde tutan bir anlayışınız vardı.

Akla hayale gelmeyen kötülükler

Böyle düşünen insanlar farklı cemaatlerde, tarikatlarda, siyasi hareketlerde yer alsa da esasında hepsinin amacı aynıydı: Hayatı dinle tanzim etmek.
Bu cemaatlerden, yapılardan biri de Gülen Cemaati’ydi.
Özellikle Ergenekon, KCK, Balyoz gibi davalarda işledikleri hukuk cinayetleri, kurdukları kumpaslar, sahte deliller…
Karşımızda, ‘cennete gitmek’ için başkasının hakkını gasp eden, sınav sorusu çalan, yerine geçmek istediği kişiye tuzak kuran, kötülük yapan insanlar vardı.
Devlette etkin olmak ve toplumu, ülkeyi dindarlıkla tanzim etmek için akla hayale gelmeyen kötülükler yaptılar.

Cemaat haşhaşi ise haşhaşı da din

Her şey bu kadar apaçık ortadayken tüm bunlara inanmayan, Fethullah Gülen’in asla böyle şeyler yapmayacağını söyleyen yüz binlerce insan var.
İslamcılar olarak sizler bu cemaati tarif etmek için ‘haşhaşi’ tanımlaması kullanıyorsunuz. Burada kast ettiğiniz ‘haşhaş’ın din olduğunun sanırım farkındasınız.
Evet dindarlık adına oluşturulan bu taassup insan zihnini felce uğratıyor. Aklı devre dışı bırakıyor. Gerçeği görmenin önüne geçiyor. Kötülükleri insan zihninde meşrulaştırıyor. Bunu hepimiz görüyoruz.
Mesele sadece dinin taassuba dönüşmesi değil, toplumsal ilişkileri dinle tanzim etme anlayışı. Fakat siz bunun sadece Cemaat’e mahsus bir kusur olduğunu sanıyorsunuz. Oysa dindarlık adına hareket eden bütün cemaatler, partiler benzer durumda.

Erbakan 35 milyon doları ne yapmıştı?

Mesela, Erbakan’a bakalım: Bosna savaşı yıllarında ‘Erbakan’ın Bosna için toplanan paraları faize yatırdığı ve o paraların battığı’ söylendi.
Erbakan’a gönül vermiş hiç kimse, gece gündüz faiz belasından bahseden Erbakan’ın böyle bir şey yapacağına ihtimal vermedi.
Sonra ortaya çıktı ki Erbakan, Bosna için toplanan 35 milyon doları Kent Bank’ın yurtdışındaki offshore hesabına yatırmış.
Kent Bank batınca o paralar da batmıştı. Bunun belgeleri ortaya çıkmasına rağmen Erbakan’a gönül vermiş hiç kimse ‘Bir dakika bu nasıl olur? Faiz haram değil mi? Bu paraların ne işi var faizde’demedi. Erbakan’a mesafe koymadı.
Çünkü taassup derecesine varmış dindarlık zihinleri uyuşturmuş, gerçeği kabullenmelerini engellemişti.
Herkes şöyle diyordu: ‘Olmaz öyle şey. Vardır bunda bizim göremediğimiz bir durum. Ya da vardır Erbakan’ın bir bildiği.’

‘Bir bildiği vardır’ yaklaşımı hayatımızı felç etti

İşte şimdi buna benzer cümleleri ortaya çıkan bütün bu felaketlere rağmen Cemaat mensupları, Gülen için diyorlar. ‘Yok canım Fethullah hoca bu kadar cani olamaz. Bir yanlışlık var. Ya da bir bildiği vardır.’
Kabul edelim ki bu ‘Bir bildiği vardır’ yaklaşımı bütün hayatımızı felce uğrattı.
Sadece Erbakan için değil. Bir benzeri Erdoğan ve ona inananlar için de geçerli. Erdoğan için yapılan onca eleştiriyi görmezden geliyorsunuz. Çünkü dindarlık adına oluşturulan taassup sizin de zihninizi uyuşturmuş. Sizde de haşhaş etkisi yapmış. Onun yanlış yapabileceğine bir türlü inanamıyorsunuz.
Onun yaptığı her yanlışın, hatanın altında bir amaç, bir gerekçe arıyorsunuz. ‘Öyle şeyler yapmaz. Vardır bir bildiği’ diyerek İslam’a aykırı, Müslümanlığa aykırı söz ve eylemlerini zihninizde meşrulaştırıyorsunuz.
Bu yaklaşımın sadece Gülen Cemaati mensuplarında değil herkeste ortak olduğunu artık görmeniz gerekiyor.
Bir taraftan dindarlığın insan zihnindeki haşhaş etkisinden yakınıyorsunuz, diğer taraftan toplumu dindarlıkla tanzim etmeye çalışıyorsunuz.
Yani Gülen Cemaati’nin yaptığının bir benzerini siz yapıyorsunuz.

Bir terslik yok mu?

Şöyle biraz geri çekilin ve Cemaat’le verdiğiniz kavgaya Türkiye’de yaşayan seküler kesimlerin gözüyle bakın.
Dindar insanlar ‘dindarlığın, bir başka gruba çok kötü etki ettiğini, onların zihinlerini uyuşturduğunu’ söylüyor. Fakat bunu söyleyenler yine dindarlık kriterini hayatın odağına koymaya çalışıyor.
Burada bir terslik yok mu? Bunun üzerine biraz düşünmeniz gerekmiyor mu?
Seküler insanların sizin bu yaptıklarınıza nasıl bir karşılık vermelerini bekliyorsunuz?

O generallerin söylediğini sizler söylüyorsunuz

Diğer taraftan ‘Bu alçak darbenin arkasında Amerika’nın, CIA’nın olduğunu’ söylüyorsunuz.
Diyelim doğru. Peki hiç düşündünüz mü Amerika ülkeyi ‘alnı secde gören bu insanlar’a niçin teslim etmek istedi? Niçin onlarla iş tuttu?
Bunu düşünün ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki ‘alnı secde gören insanlar’ için söylenenleri bir hatırlayın.
Hatırlar mısınız 28 Şubat döneminde generaller şöyle demişti:TSK’daki dindarlar, komutanlardan değil, daha alttaki Cemaat abilerinden talimat alıyorlar. Bu askerî kurum için büyük bir felaket.”
Siz, biz, hepimiz ne demiştik: “Bunlar din düşmanı. Amaçları alnı secde gören komutanların TSK’da olmasını engellemek.”
Şimdi o generallerin söylediğini sizler söylüyorsunuz.
Komuta kademesinin bugün bu kadar zayıf, yetersiz, etkisiz olmasının tek bir nedeni var: İktidarın ve sizin alnı secde gören komutan görme arzunuz.
Çünkü ibadeti liyakatin önüne koydunuz.
Alnı secde gören komutan halkın üzerine kurşun yağdırırken, cumhurbaşkanını öldürmeye çalışırken, inancını, ideolojisini, mezhebini bilmediğimiz liyakat sahibi başka bir komutan bunu engellemeye çalışıyordu. Erdoğan’a “Lütfen İstanbul’a gelin, sizi ben koruyacağım” diyen komutan sizin tanımlarınıza uyan bir dindar değildi. Ama işini iyi yapan liyakat sahibi bir insandı. Belki de iyi bir dindardı. Ama bunu bize gösterme ihtiyacı duymamıştı.

İnanç birlikteliği bizi bir yere taşımıyor

Bütün bu yaşananlardan ders çıkarmanız gerek. Hiçbir şey olmamış gibi dindarlığı siyasetin malzemesi yapmaya devam edemezsiniz.
İbadet ve inanç göstergesini liyakatin önüne koymayı sürdürerek bir yere varamazsınız.
İyi insanı değil ‘iyi Müslüman’ gördüklerinizi el üstünde tutmaya devam ederek sorunları çözemezsiniz.
Keramet inançta, mezhepte, etnik kökende değil. İnanç birlikteliği bizi bir yere taşımıyor. Üstelik başımıza büyük felaketler açıyor.
Bu ülkenin evladı olmak ortak paydası hepimiz için yeter de artar.

Farkında mısınız?

Yaşadığımız felaket bize bir kere daha gösterdi ki her görüşten insanın kötüsü de var iyisi de. Her görüşten insanın işini iyi yapanı da var kötü yapanı da.
Bunu görün ve kabul edin artık.
Liyakat sahibi öyle Aleviler var ki binlerce ‘dindar’a değişmezsiniz. Liyakati üstün öyle Atatürkçüler, solcular var ki binlerce ‘dindar’a değişmezsiniz.
Eğer bundan sonraki politikalarınızda bu yaklaşıma riayet etmezseniz benzer felaketlerden kurtulamayacağız.
Bırakın kimin hangi ibadeti yaptığını, neye inandığını veyahut inanmadığını. İnsanların hangi mezhepten, hangi görüşten olduğuyla değil iyi insan mı değil mi, veyahut liyakat sahibi mi değil mi, buna göre bir yaklaşım geliştirin.
Diğer türlü topluma, ülkeye ‘Fethullah Gülen’in haşhaşını değil, bizim haşhaşımızı alın’ demiş oluyorsunuz.
Bunun farkındasınız değil mi?