Sayfalar

2 Şubat 2016 Salı

Yılmaz Odabaşı'dan Can Dündar'a ...

Bu yazı aynı zamanda Türkiye'nin tarihine de bir ayna tutuyor.
Kronik yaraları kapanmayıp aksine sürekli  kronikleşecek yaralar açtığımız Türkiye'nin tarihi aynası... Döngü hep aynı;

Türkü yine o türkü sazlarda tel değişti,
Yumruk yine o yumruk bir varsa el değişti...

Şimdi ilgili makale;

80’lerden itibaren, Yankı dergisinden bugüne gazetecilik, yazarlık serüvenini otuz yılı aşan bir süre özenle izlediğim senin ilk kez büyük bir kapatılmaya maruz kaldığına tanıklık etmenin burukluğuyla yazıyorum...
Bana yazdığın bir e-postada:
“Yan yana değilse de birlikte yaşadık sayılır onca yıl” demiştin ve şimdi ben, cezaevinden yazdıklarını özdeşleşerek okuyor, bu süreci adeta seninle “yan yana değilse de birlikte” yaşıyorum kardeşim.
Edward Said şöyle diyor: “Düşünceyle arası zaten hiçbir zaman hoş olmamış bu topraklarda, son zamanlarda düşünceyi ve onu cisimleştiren, entelektüeli ‘terörize eden’, doğrudan doğruya ‘vatan hainliği’ ile damgalayacak kadar pervasızlaşan bir zihniyet egemenliğini kurmuş durumda. Milliyetçi ve dinsel fanatizm, kendisinden başkasına düşüncesini ifade etmek bir yana, yaşama hakkı bile tanımıyor. Sevme hakkını kendi tekeline alıyor...”
Bir kez daha vurgulanmalıdır ki, bu ülkeyi olduğu gibi, seni de anlama, sevme hakkımızı hiçbir siyasal iktidar, hiçbir güç bizden asla alamaz!
Çok kalabalıksın
Bilirsin, 12 Eylül’den itibaren 90’ların sonuna dek yazdıklarım, söylediklerim için hayli cezaevi dolaşmıştım. O yıllar bizi mahkûm eden yargıçlar, şimdi rutubet kokan evlerde unutulmuş birer emekli, o yılların siyasal liderleri mezarlıklarda, o dönemin ANAPDYP- DSP gibi siyasal partileri ise siyasal tarihimizin çöplüğündeler.
Fakat örneğin, 1995’te “Yalanlar Seferi” başlıklı makalesi için dönemin siyasal iktidarının linç ve hışmına maruz kalarak yargılanan Yaşar Kemal’in ya da seksen yaşında cumhurbaşkanına hakaret iddiasıyla mahkeme önüne çıkarılan Can Yücel’in adları anıt gibi... Zamanın vicdanında senin de adın, basın tarihimizde senin de yerin bembeyaz rezerve edilmiş duruyor. İçeride en büyük avuntu, hayatın dışına atılmadığını, yani yalnız olmadığını bilmektir.
Unutmamalısın ki, çok kalabalıksın Can. Dışarıda bütün duyarlı insanların gözü, kulağı üzerinde. Öyle sanıyorum ki, mahkûmiyet yıllarında ilgi ve duyarlık bakımından üstad Nâzım Hikmet bile senin kadar kalabalık olmamıştır. Haklılar güçlüdür, demiştin sen.
Topluma saygın...
Herkesin bir muhakeme yetisi olduğuna inanılıyorsa, sakınılmadan paylaşılabilmeliydi gerçekler; herkesin kendi vicdanında iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı ayırt edebilmesi için sunulabilecek bir olanak olurdu bu.
Ama toplumun sürü olduğunu düşünenler için, elbette saklanmalıydı gerçekler; zira sürünün, çoğu zaman işittiği her kavalın peşinden gideceğine inanılır.
Senin suçun, toplumun sürü yerine konulmasına rıza göstermemek ve toplumun gerçeği bilme hakkına saygılı olmaktı sadece.
Bu yüzden onlar güçlü, ama sen haklısın. Güçlü olmak başka, haklı olmak ise başka şey...
‘Maçları biz alıyoruz’
Geçmişte bazen kitaplarımı toplatıp bana dokunmadılar, bazen de beni toplatıp kitaplarıma dokunmadılar. Biz toplatıldığımızda, yazdıklarımız binlerce insanın algısında ve kalplerindeyken, onları nasıl toplatacaklar?
Bu yüzden yazıyı ve gerçeği hiçbir zaman yenemezler! Gerçekleri yazanları ortadan kaldırsalar bile, gerçeği yazanların imgesini kalplerden, gerçeğin kendisini ise hayatın içinden söküp atamazlar!
Bu yüzden öyle sanıyorum ki, bu maçları hep biz alıyoruz Can...
Dere değil, okyanussun
Biliyorum orada her gece öksüz bir çocuk gibi iniyor. Dışarıdan mektuplar, sesler geliyor. O mahzun avlularda günler ölüyor. Biliyorum, şimdi orada bu ülkenin ahvâline kalbin acıyor...
Bir zaman: “Oysa dünya ne geniş, koğuşum dardı/Bıraksalar martılarla randevum vardı” diye yazmıştım bir cezaevi koğuşunda. Sonra çıktım, bütün randevularıma yetiştim. Sen de yetişeceksin. Sadece biraz rötar olacak Can.
2009’da bir yazışmamızda aynı kuşaktan iki yaşıt olarak: “70’li yıllardan bugüne dair uzun bir sohbet yapalım. İçinde Fenerbahçeli Cemil’den Muhammed Ali’ye, Semiha Yankı’dan 12 Eylül’e senin Ankara’dan, benim Diyarbakır’dan tanıklık ettiğimiz her şey olsun. En azından bunu emeklilik günlerine denk getirelim” dediğimde; “Üstadım, bizim gibiler için emeklilik olur mu? Bir nehre akacak kadar söz birikmiş midir; belki dere hacmindeyimdir daha” diye yazan anlamlı tevazuna dair şimdi demeliyim ki: Sen dere değil, bir okyanus hacmindesin artık...
‘Büyük sular büyük gemileri sever
Sen, sadece bir gazeteci değil, çok iyi bir yazar, iyi bir belgeselci, başarılı bir TV programcısı ve sıkı bir entelektüel olarak bu ülkenin şansı olan adamlardan birisin. Ama ne yazık bu ülke, şansı olan insanlara yara bere içindeki hafızasında hep böyle davranmıştır, bilirsin...
Edip Cansever’in bir dizesidir: “Büyük sular büyük gemileri sever...” Tıpkı büyük görevlerin büyük gazetecileri sevdiği gibi.
Sen büyük sularda, yani bu ülkenin yazgısında, süren yangınında vicdanı ve cüretiyle büyük bir görev ifa etmiş koca bir gemisin ve güvertende kalpleri seninle birlikte çarpan yüz binlerce yolcu var...
Erdem Gül’e de çok selam! Seni saygıyla, içtenlikle kucaklıyorum...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder